Venedik


Hepimiz bir yolculuktayız

Hele ben; kızımın doğduğu günden beri nasıl olacağını hiç bilmediğim ve de planlayamadığım bir “Babalık” yolculuğumdayım.  Onunla gezme fikri beni bulunduğum andan alıyor uzaklara, çok uzaklara, bulutların içindeki hayal âlemlerine götürüyor…

Hayatımda sık sık yaptığım gibi, yeni bir gezi planı için İklim’in Nisan ayında ki okulunun bir haftalık tatilini bulunmaz bir fırsat olarak görüp iki uçak biletini alıvermiştim.

Hani ara sıra sizlere  “Ay şuraya atlayıp gidi verdik.” diyorum ya, bu işler hiç de öyle anlık olmuyor. Biletleri, konaklanacak yerleri, ara transferleri, görülmesi gereken alanları, neredeyse yenecek tüm yemekleri önceden okuyup hazmedilerek yola çıkıyoruz. Ancak yaşanacaklar yola bırakılıyor... Sola gidecekken birden sağa gidivermek ya da bir dinlence sonrası yeni yürümeye başlamışken o anda kalktığımız banktan daha güzel bir yer bulup birden oturuvermek, değişken ruh halimize göre istediğimizi yapmak, olsa olsa Atalarımızdan kalma göçmen ruhumuzun açığa çıkmasıydı.

Yolculuğumuzun o ilk sabahında gözümü erkenden açıp geç kalmışlık hissi ile yattığım yerden fırlıyorum. İklim bu sefer benden önce kalkmış, giyinmiş ve boynuna gezilerde taktığı içinde hem pasaportunun bir fotokopisi ve hem de bizlerin irtibat bilgilerinin yazılı olduğu boyun kartlığını kafasından çoktan geçirmişti.

Uçağımız her ne kadar erken saatte olmasa da, dönüşümüze kadar da arabamız havaalanında kalamasın diye bu gezimize toplu taşıma araçlarını kullanarak Sabiha Gökçen Havalimanına gideceğiz. Uçağımızın kalkış saatine 6 saat kala evden çıkıyoruz. Sanki İklim bu sefer benden daha heyecanlı. Bu tür gezilerimizin sonrasında okulda arkadaşlarından aldığı bazen olumlu, bazen hayret uyandırıcı tepkiler, onun içinde hiç sönmeyecek ancak ileride ne tarafa patlayacağı belirsiz birer alev topuna dönüşebilecek kıvılcımlar oluşuyordu. Belediye Otobüs ile önce terminale bir saatte, sonra yine bir başka Belediye Otobüsü ile Sabiha G. Havalimanına üç saat süren yolculukla, sabah erken kalktığımızdan ikimizde son durağa kadar uyuklayarak varıyoruz.

Bu yolculuk, İklim ile yaptığım ikinci özel yolculuk. Beş sene önce aynı tatil haftasında Londra’ya gittiğimizde, o gezide ben daha çok onu koruma içgüdüsü ile hareket etmiş, zannedersem o ise daha çok gezmek ve çevreyi algılamak yerine, babası ile özel bir zaman geçirmenin keyfini yaşamıştı.

Havaalanı otobüsünden uykulu gözerle iniyoruz. İlk kontrolden birlikte geçtikten sonra İklim pasaport ve internetten yaptığımız uçuş kartını elimden alıp, polis kontrolüne kendi başına giriyor. Ne geçerken, ne de geçtikten sonra hiç arkasına bakmayıp doğrudan üst baş arama noktasında sıraya giriyor ve geçiyor. Kontrol noktasının ardına geçip, hadi baba geç kalma dercesine beni sabırsız bir surat ifadesi ile bekliyor. Son dakikalara kaldığımızdan konuşmadan ve free-shop’a uğramadan uçuş kapımıza gelip uçağa biniyoruz.

Uçağımız, iki buçuk saatlik bir uçuşun ardından yeni bir sel olmuş da sular altında kalmış gibi görünen Venedik’in onlarca adası üzerinde geniş bir daire çiziyor. Deniz yüzeyinde kırık cam tanelerinin yansıttığı pırıltılılara, İklim cam kenarında oturduğundan ve benden önce uyandığından pencereye anlını dayamış, ben ise onun tepesinden sessizce seyrederek Marco Polo havaalanına iniş yapıyoruz.

Uçak kapıları açılınca Arabistan çöllerinin havası gibi sıcak hava birden suratımıza çarpıyor. Hani bizden daha kuzeyde diye Avrupa’ya gelince hep bir serinlik olacağını düşündüğümden ikimizi de yolculuk esnasında klimaları sonuna kadar açılır da üşürüz diye yanımıza aldığımız polar hırkalarımızı alelacele sırt çantalarımız tıkıyor, bir tişört ile polis kontrollerinden geçip soluğu havalimanın kapısı önünde alıyoruz.

San Marco havaalanından şehre otobüs, taksi, tren gibi bildik taşıtlarla gidilebilmesinin yanı sıra kanallar şehri Venedik’in özel bir tarafı var. Tekneler ile gitmek!

Kapı önünde denizin yosun kokusu çoktan akciğerlerimize girmişti. Önümüzde giden bir bay ve bayana takılıyor gözüm. Bir kenarından yapma çiçek sarkan geniş şapkalı, beyaz döpiyesli bayanı ve krem rengi şapkalı, beyaz pantolonlu bir bayı, Taksi-Bota binmelerine yardım eden Temel Reis’deki Kabasakal gibi siyah sakallı, boynunda mavi beyaz fuları ile tepesinde kırmızı ponponlu beyaz kasketi, kol kasları tişörtünü yırtarcasına şişmiş iri yarı bir miçonun halatı çözmesi ile Venedik’e doğru yol alan taksi teknenin arkalarından biraz imrenerek bakakalıyoruz.

Biz; “Hani buralara geldik ve Venedikli olduk ama o kadar da değil canım!” deyip, daha ekonomik olan halk tipi Vaporetto ile gideceğiz. ( http://actv.avmspa.it/ ) Vaperttolar buranın toplu taşıma otobüsleri. Havaalanından çıkan yolcular, genciyle yaşlısıyla, yürüyen valizlerini çekeni de, elini kolunu sallayanı da, bizim gibi çantasını sırtında taşıyanı da soluğu hızlı adımlarla havaalanın yanına kurulmuş Vaperttoların iskelesinde alıyor. Zamanı gelen, 40-50  koltuklu gemicikler, Venedik’in etrafına yayılmış adalara, voovv diyen motorlarını öttürerek arkalarında kirli bir duman ve dalgalı bir su bırakarak hareket ediyor giden teknenin yerine hemen bir yenisi yanaşıyor.

Yanlış bir gemiye binmeyelim de başka bir adacığa gitmeyelim diye dikkatlice bakınıyor, iskele görevlisine yaklaşıp, daha ağzımızdan “San” çıkar çıkmaz  o bizim gibi turistlerin hemen hepsinin nereye gittiği bildiğinden gösterdiği tekneye doğru yönleniyor, önceki teknenin bıraktığı dalgada salınan kendi vepertto’mıza biniyoruz.

Bir homurtu ile ucu havalanan teknemizin, dışarıda durmak yasak olduğundan iç kabinindeyiz. Sıcak havanın etkisi ile açık pencerelerinden içeriye denizin yosun ve iyot kokusu giriyor. Önce cam işleme atölyeleri ile ünlü Murano adasına sonra her halde o gün Murano adasında halk pazarı olduğundan ellerinde sebze ve meyve poşetleri ya da pazar arabaları ile tekneye binen çoğu ileri yaşlı yolcuları bırakmak için kumsalları ile meşhur Lido adasına yanaşıyoruz.

Tekne içinde biz gibi birkaç turist yolcu ile birlikteyiz. Denize dikine çakılmış teknelerin gideceği yolu belirleyen kalaslar arasından, yer yer suda salınan diğer kayıkları geçiyor, bazen de özel hizmet verdiğinden ahşabı pırıl pırıl parlayan taksi bot bizi hızlıca geçiyor. Bizim kayıkları salladığımız gibi, teknemiz de süratli taksinin dalgasında salınarak yol alıyor. Lido adasından ayrılıp ana karaya yaklaşırken teknemizin pruvasında göze çarpan Aziz Mark’ın saat kulesi etrafında kalabalık. Kalabalıktan ürkmüş, tepesine martıların konduğu Ducale sarayına ve önündeki yan yana sicim gibi sıralanmış siyah gondollara bakarken iskeleye yanaşıyoruz. Merakımızın içimizde yarattığı heyecana daha fazla dayanamayıp bir kaç turisti sollayıp tekneden atlıyoruz

İklim’in yarı şaşkın, yarı hayran bir surat ifadesi beni gülümsetiyor. İnsanları her daim sevindirerek şaşırtmayı sevmişimdir. Şu anda da benzer bir halde sanki kendimle biraz gurur duyar gibiyim.

Meydana inince Ducale sarayına ve yanındaki San Marco Bazilikasının duvarlarına işlenmiş rölyefleri ve minyatür heykeller bizi karşılıyor.

Meydanın şehre bakan kapılarından birisinin üzerine, 15.yüzyılda, o zamanlar kendi başına bir Cumhuriyet olan Venedik Cumhuriyetinin simgesi olarak inşa edilmiş astrolojik saat kulesini görmeye çalışan kalabalığı ite kaka geçip, daracık sokaktan üzerimize doğru gelmeye çalışanlara inat, sırtımızda sırt çantalarımız olduğu halde yolu tersine yürüyoruz.

Hedefimiz, burada meydanı gezmeyi sonraya bırakıp konaklayacağımız yere, Venedik’in sanat üniversitelerinden birisini olan Gesuiti Üniversitesinin öğrenci yatakhanesini bulmak. Bu hafta okullar burada da tatil. Yatakhanelerini dışarıdan gelenlere verilmesi bizim için ekonomik bir konaklama imkânı sunuyor. Bir de içimde sanat şehri Venedik’te okuyan tatilde evlerine gitmemiş birkaç sanatçı öğrenci ile bir iki gün geçirecek olmanın merakı vardı.

Bir yandan yolumuzu ararken bir yanda da iki kişinin geçmekte zorlandığı dar sokaklarda az biraz endişeli olarak ilerliyoruz. Hani turistik bir Avrupa şehrinde olduğumuzu düşünmesem ara sokaklara bakan dar uzun kapıların birisinden, bir sokak soyguncusu çıkıp üzerimize abanı verecek gibi ben tırsarak, iklim ne olduğunu anlamadan ilerliyoruz. Her ne kadar gündüzleri ana caddeleri turist kaynıyor olsa da,  medeni (!) olarak bildiğimiz birçok Avrupa şehir gibi belki Venedik'te geceleri ya da ara sokaklarında endişelenilmesi gereken yerlerden birisi olabilirdi...

Paris’in tek tepesindeki, Sacré-Cœur Bazilikasının merdivenlerden iniyorum. Uzakta Eiffel’in ışıkları yanıp sönüyor. Demek ki anın değişim zamanı gelmiş, bir önceki yaşamın saati bitmiş, bir yeni saat başlıyor. Üzerime zorla giydirilmiş gibi eğreti duran takım elbiselerimi çıkartmış, Montmarte’ın ara sokaklarında kiraladığım otel bozuntusu evden çıkmış, kendimi sokağa bırakmıştım.

Anvers meydanından, Pigalle’e doğru, ana caddeden yürüyorum. Caddeye çıkan dar yan sokaklarında, dışarıya vuran trafik lambaları gibi yanan sönen neon ışıklarının parıltısında gölgeleri sokağın parlak Arnavut kaldırımı taşlarına yansıyan fahişelerin siluetleri hayal meyal seçiliyor. 

Daha o ara sokaklara girme cesaretini kendimde bulamamış, kendimi kendime kanıtlayamamış olmanın sıkıntındayım.

Siluetlerini gördüğüm karanlık suratları, makyaj yapmaya ihtiyaç duymayacak kadar güzel kadınlar arasında yürüdüğümü hayal ediyorum. Aynı ben de onlar gibi kendi yüzümde gündüz takındığım makyajı silmişim. Artık beni kimse tanıyamayacak. Hayatımı özgür bir sokak pezevenki gibi yaşayabileceğim. 

Ayakta yaslandıkları evlerini kapılarından bana bakmayan ama bana gülümsediğini hayal ettiğim birkaç fahişeyi önemsediğimi onlara hissettirmeden ve de suratımı çevirmeden, lakin görebilecekmişim de ne anlamam gerekiyorsa onu anlayacakmışım gibi korkak aynı anda hoşuma gidecek mi, gitmeyecek mi diye düşünceli, yan gözle onları süzmeye çalışsam da göremiyor, görsem de yanına gidince acaba bir sonraki evde daha çok beğeneceğim biri çıkar mı diye içimden geçiriyorum.

Hayatımın her anında ölüm korkusunu yenmek adına, yaşadığım anlara anlam katacağım da, bu dünyada boşa yaşamamış olduğumu ölürken kendime söyleyeceğimi planladığım için “Acaba daha iyisi var mıdır?” diyerek bu yaşlara kadar gelmiş, olması gereken birçok şeyi yapmış ama kendimden daha çok sevebileceğim kimseyi bulamadığım için kimseye kendimi emanet edememiştim.

Dar sokaklardan caddeye yakın olan bir evin kapısının önünde çıplak bacaklarının altında bir kriko gibi kendisini yükseltmiş uzun topuklu ayakkabıları ile sırtını yasladığı, şöminesinde ya da kuzinesinde Fontainebleau ormanlarının yaşlı kuru meşelerinin yandığından Paris’in her çatısından mızrak uçları gibi fırlamış onlarca bacadan çıkıp önce gökyüzüne, sonra ilk yağmurda damlalara sarılıp sokaklara, evlerin kalker taşlarına, suratlarımıza yapışıp maskelerimizi oluşturan yağlı is altındaki bir kadın, ben caddeden geçerken “gel” dercesine göz süzüyordu.

Ben daha yeni çıkarttığım bir maskeye sevinirken, takındığım başka bir maskeyi hissederek aynı şekilde cevap veriyordum, “gelmem” Ama içimden…

Korkuyorum sesli cevap vermeye ya beni kolumdan tutarlarda içeri çekerler diye.
Seksin her türünden zevk alabilmeyi denemek isterken, kendimi bir kadın üzerinde güç gösteri yaparken hayal edince, iç dünyamda acı çeken yüreğimin üzerine kusmak istediğimi fark ediyor, dalgınlığımdan kurtuluveriyorum.

Belki de anneme kızgınım beni doğurduğu için… 

Bu yolculuğun hala önüme sonsuz bir deneyim çıkaracağını düşünerek yürüyorum. Moulin Rouge’un dönen pervanesini gözüm takılıyor. Önü kalabalık. Kankan dansı yapan bacaklarını neredeyse kafalarının üstüne kaldırmış, etekleri altında fileli çorapları sarkan kızların afişlerine bakarken buluyorum kendimi. Kapı önünden caddenin başına kadar serilmiş kırmızı halının kenarında eğreti duruyorum. Arkam kalabalık. Yanımdan geçen fötr şapkalı, takım elbiselerini gizleyen uzun paltolu beylere ve kollarına girmiş döpiyeslerinin üzerine astragan ya da tilki kürkü giymiş bayanlara yol veriyorum.

Görsel deneyim üstü bir beklenti var içimde. “Hey!” diyor içimdeki ses. “Bunun için mi çıkarttın maskeni?”

İnsan kaynayan Clichy Bulvarında, kırmızı değirmenin yanından dar ve karanlık bir sokağa giriyorum. Biraz önceki sokaklardan bir farkı yok. Pencereleri zeytuni kalın perdelerle kaplı bir dükkân diğerlerinden farklı geliyor ve perdeyi aralayıp içeri dalıyorum. İlk giriş kısmı boş, kimse yok. Duvarda cinsel organlarını pervasızca sergileyen çıplak kadın fotoğrafları yanı sıra aynı çıplaklıkla ve arsızlıkta erkeklerin bir biri ile olan aşklarını gösteren masculin fotolar gözüme çarpıyor. İlk defa bu kadar berrak olanını görüyorum. Bekleme salonu gibi ara bölme oluşturmuş bu bölümü ayıran bir başka kalın bordo perdenin arkasından gülümseme sesleri geliyor.

Perde salınmıyor. Arkasında birisi var gibi değil. Aralayıp içeri giriyorum. On kadar kişinin üç sıra halinde oturabileceği tiyatro koltukları yanı sıra bir Acem halısının serili olduğu, salon halısından az büyük sahnede yerde güreşen iki kadın... Gülenlerin bir kaçı da kadın, diğer beş-altısı erkek seyirci. Güreş yapanlardan ses çıkmıyor.

Karanlık üzerime üzerime gelmeye başladı. Çükümü sokacak bir delik ararken her anın bambaşka birer hayat hikâyesi olduğunu bulduğum tiyatro sahnesine daha ne kadar katlanabilirim diye düşünürken yanıma yanaşan Orta Afrikalı bir kadının aksanlı bir Fransızcası ile beraber oynayabileceğimizi söylüyor.



Nasıl diyorum? 

Sahnede seyircilerin önünde acem halısı üzerinden oynarsak bana 500 Frank verecekmiş. 500 Frank fena değil. İyi para diyorum kendi kendime. Oynayabilirim sahnede. Gözüm sahneye kayıyor, tavana asılı neon ışıkları gözümü alıyor.

Her şey yapabilir miyim diye soruyorum. Daldığı bir geçmiş anısını hatırlar gibi gülümsemeden “Sadece Öpüşmek yok.” diye cevap veriyor. Lanet olsun, diyorum içimden. Öpüşmeden sevişmenin nasıl zevki olabilir ki diye kızacağım ama yeri değil... 

Utanıyorum. Çıkacağım diyorum. Tamam diyor ama önce gördüklerin adına 250 Frank vereceksin! Nasıl, diyecek halim yok. Ter boşalmaya başlıyor sırtımdan. Ardından yüzümden. Elimle alnımdan akan terleri avuçlayarak yüzümü siliyorum. Aradığım sen de değilsin, burası da değil diye iç geçirip “Tamam al paranı.” diyorum.

Sırtımdan hala ince ince sızan terlerimle, sabahın yedisinde kalkacak Paris-Lima uçağına binmek için Charles de Gaulle Havalimanına gitmek için gökyüzünden düşen damlalara sarılmış islerin suratıma yapışıp da bir başka maske oluşturmasın diye montumun kapüşonumu başıma geçirip Anvers metro istasyonuna doğru geri yürüyorum. 

“Hey baba!” diyor İklim. “Neden bu sokaklar bu kadar dar? Neden burası dereler içine kurulmuş? Neden evler bu kadar eski de yenilenmiyor? Venedik’e hiç araba giremiyor mu? İnsanlar nasıl eşyalarını taşıyorlar? Çocuklar okula servis kullanmadan mı gidiyorlar? Bu sularda balık var mı?…” 

Daldığım eski bir yolculuk anısından uyansam da, cevap veremiyorum birçoğuna.

Yol üzerinde ismini dahi duymadığımız birçok malzeme ile yapılmış pizzaları ve kokao kokusunun burnumuzu tırmaladığı tramisuları görünce karnımız acıkıyor ama bir an önce eşyalardan kurtulmak istediğimizden hızlı adımlarla yatakhanemize yürümeye devam ediyoruz.

Elimdeki telefonumda GPS olmasa bu sokaklarda yolumuzu bulmamız imkânsız. En sonunda, evlerin aralarından akan ince kanallar üzerine kondurulmuş köprüleri aşıp, birkaç apartmanın dehliz yapmış alt tünellerinden geçip, Muruno adasına bakan Gesuiti’nin yatakhanesini buluyoruz.

Konaklayacağımız okulumuz Chiesa dei Gesuiti Katolik Kilisesinin hemen yanında, dini bir okul. Her ne kadar din buralarda güncel hayatlarında karalarına doğrudan etki etmese de, Avrupada dinin içine karışmadığı bir okul ya da bir eğitim kurumu bulmak nerede ise imkansız. Dinin yoğunluğunu acımasızca yaşamış, Orta Çağın ardından, Rönesans’ı yaratmış bu topraklarda Kilise ve Katedraller hala hayatın güncel yaşantısına karışmasa da insanların iç dünyalarında vaz geçilmez etkiler yaratan sosyal mekânları. Bizim için ise temiz ve duygusallık ifadeden yapılardan öteye bir anlam taşımayan bu kiliseler, Katolikliği diğer Hristiyanlara göre daha etkin yaşayan İtalyanlar için çok daha fazlası.

Üç geniş beyaz mermerle çıkılan girişte, birçok yeri pastan kararmış demir bir kapıyı zorlayarak iteliyor, sahanlıktan geçip etrafındaki dört katlı duvarların pencerelerinden bakıldığında ortasında şadırvan olan geniş bir avluya giriyoruz. Rahip entarili bir adam bizi elinde geniş çember tele takılı bir tomar anahtarlar ile karşılıyor.

Görevlinin, hani ne işiniz var burada, dercesine bize bakarken yan odaların birisinin kapısı açılması ile dışarı çıkan, ergenliği yeni geçmiş iki kız öğrencinin gülüşmeleri kilise sessizliğindeki avluda yükselince, hem bizi hem de yatakhane görevlisini gördüklerinde gençler sussalar da, gülüşlerinin yankıları sahanlığı çeviren duvarlarda karşılıklı devam ediyor.

Bu sefer İklim bana dönüp “doğru mu geldik?” dercesine bakıyor. Yan binadaki Gestuiti Kilisesin çanı büyük bir gürültüyle çalmaya başladı. Saatime bakınca beş olduğunu görüyorum. Görevli adam, masadaki rezervasyon kâğıdımıza hızlı bir göz atıp elinde tuttuğu koçandan avucumun içi büyüklüğünde eski bir anahtarı telinden çıkartıp elime tutuşturuyor ve “2.kat. 13 nolu oda…” diyerek, kiliseye açılan yan geçitten geçip ortadan kayboluyor.


Az biraz afallamış olarak Murano adasına bakan yatakhanemize yerleşiyoruz. Uzun süredir yoldayız. Yemek yemeğe gidecek halimiz yok. Yanımızda getirdiğimiz birkaç parça atıştırmalıkları, süt ile çayı çıkartıp, yatakhanenin tüm öğrenci ve misafirlere açık mutfağında tatil olmasına rağmen evlerine gitmemiş birkaç İtalyan genç ile birlikte yiyoruz.


Tüm isteğimize rağmen yorgunluğumuzu bahane ederek, nasıl olsa hava burada da geç kararıyor, akşam da yeterince de sıcak olur deyip Venedik’e dönmek yerine penceremizi açık bıraktığımız için içeri sızan iyot kokuları eşliğinde bir-iki saat kadar kestiriyoruz.

Uyku ikimize de iyi geldi. Sabahın erken saatlerinden bu yana yolda olmamızın yanı sıra farklı iklimlerin vücudumuzda yarattığı etkileşime alışmamıştık. İklim yanında getirdiği bir italyan oyunu olan "UNO" oynamak için kağıtları çıkarıyor ve buraya gelmemizi oyunda beni ik defa yenerek kutluyor.

Akşamı San Marco meydanında geçirmek için yatakhanemizden ayrılıyoruz. Bu sefer yolu bulmak için GPS kullanmıyor, gelirken ki yolu bulamayıp ama şehrin bir birine benzer dar sokaklarını ve daracık köprülerini karıştırıp, bir o sokağa girip, bir diğerine sapıp, bazen çıkmaz bir yoldan geri dönüp bir farenin peyniri bulmak için koşuşturduğu labirentin içinde on dakikada geldiğimiz yolu, yarım saate geri giderek San Marco meydanına varıyoruz.

Meydana göğün alaca karanlığı vurmuş, çevredeki sütünlara asılı gece lambalarından yayılan hüzmelerle daha şimdiden her yer ışıl ışıl…

Artık Avrupa’nın hiçbir yerinde bundan otuz sene önceki zarafet kalmadığı gibi, sokakları sadece başka coğrafyaların çoğu çekik gözlüler olmak üzere, son zamanlarda Orta Doğu ve Arap coğrafyasının esmer ırkından da çok fazla insanın turist olarak geldiği yerler haline dönüşmüş.

Buralarda bir Avrupalı görmek için kalabalık insan yığını içine çok dikkatli bakmak ve o zarif kıyafetlileri bulmak zor bir uğraş haline gelmiş.


Gece turist kaynayan sokaklarda gezinip, karşımıza çıkan bir müzikalde gecenin hazzına ulaşıp ardından buralarda iştah acıcı aperatif olarak pizza öncesi yenen makarnası ile bizi cezbeden bir lokantaya dalıp İtalya’ya gelmiş olmanın keyfini çıkartıyoruz.

Hani önümüzdeki günlerde gidecek olsak da taaa Roma’dan Venedik’e gelmiş Roma Dondurmasından bir iki top almayı ihmal etmiyor, tüm dükkânların vitrinlerini süsleyen, kapı yanlarından sokaklara sarkmış maskelere gözümüz takılıyor.

Kendimizi kendimizden bile saklamak istediğimizde takındığımız maskeler, Venediklilerin hayatında önemli bir yer tutuyor. Şimdilerde de geçerli olsa da geçmiş zamanda bir birine kendi gerçek yüzlerini göstermeden "Anlar" paylaşmak isteyen Venedikliler, şehrin bir zenginin evinde verdiği balolara maskeli gelir, danslarını eder, arzularını ortaya çıkartır ve Kül Kedisi gibi saat gecenin on ikisini vurmadan orayı terkeder ve maskesini çıkartarak tekrar kendi yaşantılarına dönerlemiş.

Gece geç yatınca ertesi gün geç kalkıyor, yataknamizin yanında ki bir cafede ben bir kaç expresso eşlinde İklim bir portakal suyu içerek sabah sabah çok güzel pizzalar ile kahvaltımızı yapıyoruz. Biz güne başladığımızda Venedik çoktan uyanmış ve tüm şehri turistler kaplamış. Bilinçsizce geniş bir kanal kenarından yürümeye başlıyoruz. Sokak çok kalabalık olduğundan pek nereye gittiğimizi anlamıyorum ama birden karşıma tanıdık bir köprü çıkıveriyor. Sağ tarafında da çok daha iyi bildiğim  Santa Lucia tren istasyonu görünce, karşısındaki, üzeri onlarca yolcunun gelip geçtiği Ponte dei Scalzi'ye (Yalınayak Köprüsü) çıkıp etrafa bakınırken her ikimizde kendi hayal alemine dalıveriyoruz…

 … Yılbaşını geçirince, 18 yaşımı doldurmuş olduğumdan,  içimizde uçuşan özgüvene sıkı sıkıya sarılarak sınıf arkadaşım Sezgin ile babamın Beyazıt’taki dükkânından içeri birlikte giriyoruz.



“Ne ne var, ne yok?” diyecek kadar bir vakti boşa harcamayı istemediğimizden, birkaç gündür de ailelerimize nasıl söyleriz de onları inandırırız diye birçok prova yaptığımızdan, o sene yaz tatilinde Avrupa’ya tren ile gitmek istediğimizi, nasıl ve neler yapacağımız bir çırpıda cümleleri arasına virgül, nokta koymadan sıralıyoruz. Babam, oturduğu masasında başını kaldırıp, “Pasaportunu ve vizeni kendin alırsan gidersin!” dedi.



Bir de arkasından “Seyahatten önce Türkiye içinde çadırlı gezi yapmamızı şart!” diye ekledi.



Pasaport için ilk başvuru parasını babamdan kapıp,  gerekli belgeleri anlamak için soluğu Cağaloğlu Emniyet Amirliğinde alıyoruz. O evrak, bu kâğıt, fotoğraf derken, kendi başıma attığım ilk yetişkin imzam ile Pasaport almaya kendi başıma başvurmuştum. Sonraki 1,5 ay zor geçti, Pasaportum ha geldi, ha gelecek diye beklerken…



Gidiş-geliş tren biletleri, Fransa’da bir ay konaklayacağımız bir gençlik kamptan alınmış kabul kâğıtları, Paris’de kalmayı düşündüğümüz yerlerin adresleri, yanımızda götüreceğim paranın miktarını belirten yazılar, okuduğumuz okuldan evraklar, ailemizden geçimimizi sağlayacaklarını belirten mektuplar eşliğinde kolumuzun altına aldığımız vize başvuru dosyamız ile gece onbir civarlarında İstiklal caddesindeki Fransız konsolosluğuna gelmiştik.



Konsolosluğun kapısında ilk gelen iki kişiyiz... Kapıda ki güvenlik polisi sabah erken de gelebileceğimizi söylese de zaten vize başvuru sırasında okula gidemeyeceğimizden, sabahtan gelirsek geç kalıpta, günde yirmi kişinin alındığı vize kuyruğunda o gün alınmama riskini göze alamamış, geceden sıraya girmiştik. Polise bir çırpıda bunları anlatıverip geceyi kapıda oturarak geçireceğimizi söylüyoruz. Polis ne haliniz varsa dercesine içeri giriyor ve koca kapıyı suratımız kapıyor. Hava soğuk Nisan ayındayız ve İstanbul’un gündüz sıcağına inat gece ayazı ikimizi de üşütüyor. Ve ilk defa sokakta sabahlayacağız. Üstelik Taksim'de, İstiklal'de...



Birisi gelirde yerimizi kapar diye oturduğumuz soğuk mermer basamaklardan kımıldamıyoruz. Saat sabahın ilk saatlerini geçince hava daha da serinliyor. Karşı çaprazımız da birkaç büfe hala açık ama yerimizi kaybetme korkusu ile gidemiyoruz. Ara sıra birimiz konsolosluğun önünde oturuken diğerimiz İstiklal de yürüyerek ısınmaya çalışıyoruz. Yürüyerek ısınma da yetmeyince, üşümemiz artınca sıra ile bir ben bir Sezgin lokantaya girip birer çorba içerek sabahı zar zor ediyoruz.



Yaptığımız başvuruyu tamamlınca ve on gün sonra öncelikle gideceğimiz Fransa’dan sonra da sırasıyla geçeceğimiz diğer ülkelerden İtalya ve İsviçre de de vizelerimizi alıyoruz. Okullar kapanır kapanmaz babamın ikinci talimatı olan, birlikte yapacağımız kısa bir çadır tatilini de Haziran ayının ilk haftasında bir hafta sonunda Kumburgaz da, bir çadır kampında Sezgin ile baş başa yapmıştık.



O hafta sonu anlamıştım ki; Sezgin pek mızmız, pek kuralcı, pek düzenli, pek temiz, pek dikkatliydi. Kısacası temkinli davranıp beni gerektiğinde durdurabilecek birisiydi.



Yani iyi yanı da vardı, bana göre uymayan tarafı da… Galiba ikimiz de bir birimize katlanacağı ya da birlikte yaşamaya alışacağımız bir seyahate başlayacaktık.



Ve o gece ilk defa İstiklalde sokakta sabahlasak da, 1,5 ay süren, Avrupa'da, Interrail ile yaptığımız yolculukta ne ıssız sokaklarda,  ne orman içlerinde, ne karakollarda, ne yağmur altlarında, ne garip araçlarla, ne de kimlerle yolculuk yapacağımız tabi ki bilmiyorduk. Ama yaşadık ve öğrendik!



Ara sıra bir araya geliriz Sezgin ile de, hep hatırlatır bana. “Hiç aklımız yokmuş be oğlum!” der. Sezgin akıllandı o gezide... Ben mi? Hala yaşantımda takındığım maskemi sık sık çıkartıp yeni yolcular aradığım yolculuklarda vakit geçirmekle meşgulüm…


Otuzbeş sene önce otele verecek paramız olmadı için o seyahatimizde ilk defa bir Avrupa şehrinde, Venedik’in Santa Lucia tren garının önünde, onlarca Avrupalı genç ile birlikte, bu Ponte dei Scalzi'ye (Yalınayak Köprüsü)'ne bakarak uyuduğumuzu hatırlayıp, daldığım geçmiş hayal âleminden uyanıyorum.

İklim’e sormadım neler düşündüğünü. Belki otuz sene sonra o da yazar anılarını…

İki gün geçirdiğimiz Venedik’te, San Marco Meydanı ve 800’lü yıllarda yapımına başlanmış, İmparatorluk zamanında yönettikleri Mısır’ın kültürünü ve hazinelerini talan eden Romalılar, oradan getirdikleri değerli eşyaları sergiledikleri Roma Başpiskoposluğunun ikametgâhı olarak kullanılan Bazilikasını, yanında ki Venedik Dukalığının Sarayını, meydanı çevreleyen binalardaki müzelerini ve görülmesi gereken şaheser anıtsalları birer birer geziyoruz. 

Her birini gezerken içimizden insanoğlunun aç gözlülüğü ve doyumsuzluğunun şehvetini izlesek de, o güç arzusunun içimizde yarattığı şeytani coşkuya yenik düşüp bir diğer yapıyı gezmeye devam ediyoruz.


Şimdilik Venenik'de edindiğimiz anılar dışında  aradığımızı bulamamştık ama belki yolda yolcu olarak kalabilirsek kendimizi bulamasak da, yaşanacak yeni anlar ve anlatılacak yeni hikayeler bulabiliriz diyerek Floransa’ya doğru yola koyuluyoruz…

Nisan 2018