Güneşe Doğru Granada
5.gün. Yola, yolculuğa devam…
Güneşe Doğru, Malaga üzerinden geçip gitmek vardı da buraya kadar gelip Granada’da ki El Hamra Sarayını görmemek tabi ki olmazdı.
Çevrede her yer kumlu toprak yapısında ve göz alabildiğince zeytin ağacı tarlaları… Uzaklarda, tepelerde Don Kişot’un değirmenleri göze çarpıyordu. Sabah erken yola çıktığımdan güneş hala benden doğuda olduğundan gözümü alıyordu.
Bu genişlikte zeytin ağaçlarını ilk defa görüyorum. Her ağacın altı, hani neredeyse beton dökülmüş kadar düz ve tertemiz ve her biri diğer ağaçtan en az yedi, sekiz metre uzakta. Her bir ağaç, onbeş metrelik bir çap içinde kendi başına iriyarı halleri ile bölgenin lideri gibi duruyor.
El Hamra sarayı 12 yüzyılda yapılmış ve yapılırken İslam Medeniyetinin kendi başına ulaştığı en büyük görsel bir şöleni şeklinde inşa edilmiş bir yapı. Granada içinden hızlıca geçip, portakal ve turunç bahçelerinin yanında sırtta yerleşmiş saray kapısında soluğu alıyorum. Kapıdan içeriye geçişimle başka bir dünyaya geçmiş gibi oluyorum.
Korukları yeni yeni çıkmaya başlamış birkaç üzüm salkımının, tüm bahçeyi kaplamış verandasının ilerliyorum. Önümde giden kısa saçlı bir kız köşeden dönüyor, kayboluyor… Yer karoları 3 yapraklı yonca yaprağı görünümünde, siyah ve beyaz çiniden yapılmış koridorda peşi sıra kıza yetişmek için hızlı adımlarla yürümeye başlıyorum. Köşeyi döner dönmez, karşıma çıkan tavandan başlayan üç boyutlu duvar işlemeleri önce pencere üstüne, ardından bir set yaparak duvarlara, sonra da yerlere kadar uzanmaktaydı. Kız yoktu da bir tahta işlemeli kapı vardı karşımda. Siyah döküm kapı tokmağını ağır ağır açıp içeri giriyorum.
Dar dikdörtgen bir başka odaya geçiyorum. Oradan yer işlemeleri mavi, sarı, beyaz çinilerden oluşmuş havuzlu bir bahçeye açılan kemerli bir başka kapıdan geçiyorum. Uzakta, lacivert havuzun sonunda kısa saçlı kız beni bekler gibi yine kemerli başka bir kapı eşiğine yaslanmış duruyor. Jane benzetiyorum kızı…
Artık eminim ki, son 4 gündür gezindiğim İspanyada, Gaudi’nin binalarına parklarına buralar, Emevilerin Arap kültürü esin kaynağı olmuş. İç içe odalar, bir biri ardına oluşan su havuzları, duvar süslemeleri, çevrenin kendi coğrafisine uyumlu renkleri bana sanki bir cennet bahçesinde geziniyormuşum hissi veriyor.
İslamiyet Medeniyetinin ulaştığı bu seviyeye şaşırıyorum. Bu saray yapılırken, Sevilla ve Cordaba’nın Emevilerden tekrar İspanyolların egemenliğine geçmesini göz önüne alınırsa, Emevilerin ve İspanyolların bir birlerinden etkilenerek bu kadar güzellikleri bir araya getirmelerinde kimin kimden nasıl etkilendiğini anlamakta zorluk çekiyorum.
Zira Emevilerin yaşadıkları bu yüzyıllarda, İslam âleminde bina yapım tekniği ve bunu şehirleştirme alışkanlığı pek yok ve bu bina tarzı, bir Avrupa yaşam biçiminin sonucu. Ancak Katolikliğin tek düze sanat yaklaşımı buralarda coşmuş, cennet bahçelerinde açan güller, karanfiller olmuş.
Birlikte yaşamlar olunca her iki tarafında kendi benliğinden biraz taviz verip diğer tarafın özelliklerini içine sindirdiğini görebiliyorum. Bin bir gece masallarındaki gibi geniş bir salonu çevreleyen onlarca işlemeli sütün ile çevrelenmiş önünde çeşmesi bir tavus kuşu olan ve ağzından akan su ile dolan havuzlu bir verandaya çıkınca sonsuz gökyüzünde ki güneş alnıma çarpıyor. Şu ana kadar birçok olguyu paylaştığım Jane de burada olmayınca kalkerli taş yapılara boş boş bakıyorum.
Etrafta bir birinden bu kadar farklı kültürün bir arada yaşamışlığını görünce acaba diyorum. Belki de benim Jane’e ya da onun bana olan etkisini birleştirmeliydik. Acaba özlüyor muyum Jane’i? “Özlemek” dediğimiz şey, kendi benliğimizde duyduğumuz bir arzunun yerine getirilme isteği ve karşımızdakinden etkileştiğimizin, onun duygularından beslendiğimizin, birbirine geçmişliğimizin bir göstergesi değil miydi?
Yoksa! Yoksa özlemek sadece alışkanlıkların devam ettirilme arzusu da, yolda anlaşamayacağımı bile bile tekrarlardan oluşan hayatımda yuvarlanarak düşeceğimi bile bile onun düşünüyor, onu hayatımda geri mi istiyordum? Hani alışkanlıklarımdan kurtulacaktım? Geçmişimi, geçmişte yaşamayıp, şimdiler de, anımı yaşayacaktım da, geleceğimi planlamanın adımlarını atacaktım…
Görsel İslami imgelerin taş duvarlara kazınmışlığı, bir natürmort tablo gibi uyumlu bir resim içine yerleştirilmiş yaşam meyveleri gibi. Lacivert renkte mozaiklerle döşenmiş saray havuzları, havuzların etrafına dikilmiş sarıpapatyalar, sarıdan turuncuya dönmek üzere olan günebakan çiçekleri, her şey ama her şey ancak ölünce yaşamayı hayal ettiğimiz cennet olarak tanımladığımız yer gibi.
Lacivert havuzu ve sarıpapatyaları hızlıca geçip köşeden bana bakıp giden kıza doğru koşuyor, onun ardından bir odaya giriyorum. Oda için boş ve karşımda bir kapı daha. O kapıyı da açıyorum. Bir oda daha ve bir kapı daha. O oda kapısını da açıyorum. Sütunlu bir koridor. Koşuyorum koridorda. Koridorun sonunda bir kapı daha. Kapıyı açıyorum.
Bir tepenin üzerinde kurulu El Hamra sarayının bu son batıya bakan kapısı, zeytin ağaçları ile dolmuş sonsuz bir boşluğa açılıyor. Geriye bakıyorum, kız yok. Aşağıya, sağa, sola bakıyorum, kız oralarda da yok. Uzaklara bakıyorum. Batıya doğru ama orada da yok!
Etrafta bunları paylaşacak kimse olmayınca, güzel cennet bahçelerinin ılık akan suları, boş ve anlamsız bir cehenneme, alev havuzlarına çevrilmek üzere iken paylaşmak da mı bir alışkanlık diye söyleniyorum kendi kendime…
Geçmişi paylaşmayacağım ki! Şimdiyi paylaşacağım ama Jane yok yanımda. Alışkanlıklarımı terk edemediğimi hissedip daha fazla bana ait olmayan ve paylaşamayacağım güzelliklere bakmaya katlanamıyorum ve güneş tam tepemde iken, beni geçmesine izin vermeden kaldığım yerden batı’ya Marbella’ya yöneliyorum.
Tüm dünyada belli başlı yerler vardır hani. Bizde, Kaş plajı, Bodrum barları, Fransa’da Cote d’Azur, California’da Golden Beach. Buralarda İspanyada ise Costa del Sol denilen “Güneşin Kıyıları”
Costa del Sol kıyılarına uzanan dağların yamaçlarına yapılmış villalarda oturanlar, uzak mesafeden denize günde birkaç kez gidip gelmeye üşendiklerinden, sabahtan denize iniyorlar, akşama kadar plajda kalıyorlar.
Dün otele gitmediğimden geceden beri yatak yüzü görmemiştim. Sabah otelden bir duş alarak çıkıp Malaga yöresinde Marbella’ya gelmek için önce bir de Granada ‘ya uğrayınca iyice yorulmuş bir halde “Costa del Sol” plajlarına geliyorum. Siestayı erken başlatıp bulduğum bir otelde uyuyup kalıyorum.
Ertesi gün plajda, İspanyadaki son günümde hiç durmadan kitap okumak, beynimi boşaltmak, sadece denizin dalgalarını dinlemek, koşuşturmalı bir yolculukta benim için soluklanacak iyi bir nokta oluşturuyor.
“Paella” dedikleri, pirinç pilavının üzerine deniz ürünlerinin yerleştirip bir döküm tava üzerinde ya da güveç içinde pişirilmiş şeklinde çok lezzetli bir yemekleri var.
Üzerine isteğinize göre karides, ıstakoz, midye, pavurya, hamsi, ton, kalamar ekleniyor. Ya da benim gibi en kolay yolu seçip, “Full Paella” istiyorsun. Yanında ne istersin diye sorulunca garsona bir tabak dolusu istiridye (hani biz de ki Shell benzin istasyonlarını arması olan) bir de soğuk bira sipariş ediyorum.
Tümüne bir hamburger parası ödediğimde, bu ülkenin deniz tabağı menülerinin cezbedici lezzetlerine ve fiyatlarının ucuzluğuna bir kere daha şaşırıp miskinliğime bir bira daha sipariş ederek devam ediyorum.
Akşam artık günümüzde tüm turistik bölgelerinden bulunan her bar, her eğlence yeri gibi, küçük ama iç içe olan pubların etrafında kol kola gezen kızlara, erkek erkeğe yürüyen çiftlere bakınarak yürüyorum.
Çevreye yayılan, rap müziğin son 3 gündür keyifle dinlediğim Flamenkolarla yakından uzaktan ilgisi yok. Ve beynimi oymaktaydı. Pop şarkıları beynimde sentez etmeye çalışırken ruhumda karışmaya başladı. Gözüm ilerideki bir kıza takıldı. Kalçasının biraz altına inen bordo eteği, sadece içine giydiği külotunu kapatıyordu… Şişman bacakları ise tüm genişliği ile ortada idi. Kol kola girdiği kız arkadaşına beni gösterdi.
Damarlarımda dolaşan alkol ruhumu karıştırdığı yetmezmiş gibi içimdeki heyecanı arttırmıştı. Jane ile olan beraberliğimin bitmiş olması, kendimi özgür ve sorumsuz hissetmenin rahatlığı içindeyken, karşımda duran o elde edemediğim farklılığın içimde yarattığı arzu ve coşku, birden bir korkuya dönüyor.
İsa çarmığa gerildikten sonra bir grup hala akıllanmamış. Roma’nın saltanatı altındaki Güneşin bir başka kıyılarında, Napoli’de insanlar, şarap ile sevgiyi, yaşam ile seksi arsızca yaşamaya devam etmiş. Tanrı, İsa ile düzeltemediğini, Vezüv dağı ile yapmaya karar vermişmiş… Sabahın üçünde patlatmış Vezüv dağını. Pompeili sevişenler yataklarında yakalanmışlar, Napoliler de denize kaçmaya çalışırken plajlarda lavların altında kalmışlar.
Hep sevgiyi, cinselliği arsızca kullandılar diye…
Eğer Tanrı, bu kadar güçsüz ve bunlarla uğraşıp milyarlarca yıldır düzeltemediği kendi yarattığı insanoğlunu bir kere daha düzeltmesi gerekiyorsa, burası olsa olsa; Güneşe Doğru giderken bulduğum Marbella’nın “Costa del Sol (Güneşin Kıyıları)” sahilleri olurdu.
Endülüs’ün bu ara sokaklarında utanç ve günah öğretileri altında ezilmeye, yollarda olmanın farklılık aramanın, hiçbir söz vermeden sevgisizce yapılan seksi, sevgiyi içeren cinsellikten ayırmadan sevişmenin tek düzeyliği altında ezilmeye başladım. Jane’i özlemiştim. Onunla paylaşacaklarım vardı. Sevgi, değer verme nerede diye kendi kendime soruyorum ama şu an cevabını bulamıyorum. O benim için bir alışkanlıktı. İçimdeki korkunun alışkanlıklarımdan oluşan hedeflerim olduğunu onların bana ait birer parça olduklarını hissediyordum. İlişkimizi tekrar geliştirebileceğime düşünmeye başladım.
“Ey Tanrım! Lütfen bana bulaşma. Biliyorum gücün her tarafa yetiyor. Ama ben az günahkâr bir kulunum ve sana inanıyorum sadece ara sıra sevişiyorum. Ve şimdi hissettiklerimden utanarak dua ediyor ve sana doğru, Güneşe doğru geliyorum.”
Algeciras limanından karşı kıyıya Afrika’ya, Ceuta’ya ve Tanger’e kalkan iki gemi var. Ceuta’nın, İspanyanın Afrika’daki bir şehri olması ve artık bir Avrupalı şehirde olmak istemediğim için Fas’ın bir şehri olan Tanger’i seçiyorum.
Tanger’e bir bilet lütfen…
Şey pardon 2 bilet lütfen. Diğeri Jane için…
Ağustos 2000