Güneşe Doğru Endülüs
Dans, Hakan dans...
4.gün. Hava çoktan karardı. Hatta İspanya’da yemek yeme saati akşamın onunda başladığından, ben masadan kalkarken alışkanlıklarıma göre gün çoktan bitmişti.
Yemek üstüne aldığım, yörenin pek tanınmış “Grand Duque de Alba” brendisinin ardından gecenin gündüze döndüğü ilk saatlerde Sevilla sokaklarında dolaşıyorum.
Şehirler, insanlar gibi genelde ilk görünüşleri pek benzerdirler de, insanın iç ruhların çeşitliliği, farklı olaylara karşı gösterdiği tepkilerin değişkenliği gibi ara sokakları kendisine özeldir, diğerlerinden farklıdır.
Jane ile şehirlerin dış görüntüleri gibi genelde uyumluyduk da aramızda ki farklılıklar yolculukta ortaya çıkmaya başlıyordu. Bir yolda, yolcu gibi değil de, alıştığı şehirde ki gibi davranıldığında, o yolculuk kişiyi, yaşadığı yerlerden kurtarmadıkça, kendisini değiştirmesine izin vermedikçe, insan neden yola çıktığını sorgulamaz mı?
Sorgulamalı... Yolculuğa çıkarken hayatımız boyunca edindiğimiz tecrübeler yerine, üzerimize geçirdiğimiz, çoğunu başkalarından aldığımız korkularımızı ve büyüklerimiz dedi diye edindiğimiz alışkanlıklarımızı sırtladığımızda, o yol bir mahşer yerine dönüyor, yanımızda ki yolcularda üstlerindeki kıyafetleri çıkartmadıklarından zebanilere ile mücadele eden günahkârlara dönüşüyorlar.
Her geçen gün ortaklaşan ve bir birine benzeyen tek düze yaşantılarda, hayatın farklılıklarını ve zenginliklerini, bir film karesinde, bir sinema salonun perdesinde görmekten bir fazlasını ancak yaşadığımız yerde elde ettiğim korkularımı ve alışkanlarımı terk ettiğimde bulabiliyorum.
Jane'nin eli parmaklarıma değince, yolda olduğumdan onu terk ettiğimi hatırlayıp, varlığını tekrar hissederek elini tutuyorum. Nehir kenarında, Colomb’un Güney Amerikadan dönüşünde altınları taşıyan gemileri yüzdürdüğü Guadalquivir nehrine bakan bir balıkçı lokantasında yediğimiz yemekten kalmış sessizce konuşmadan yürüyoruz.
Jane biraz bozuk bana, İyigelir diye farklılıkları simgeleyen Maria Luisa parkına yönleniyoruz. Kendisine aldırmadığımı görünce koluma giriyor ve sıkıca elimi tutuyor.
Burası dünyada İspanyolca konuşulan tüm ülkelerin kendilerini bir bina, bir anıt, bir bahçe gibi 45 farklı yapı ile temsil ettikleri bir yer. Parkın içinden geçerken, geçmişten beslenerek ancak kopya etmeden yapılmış, yeni ve rengârenk binalar, ışık oyunları ile desteklenmiş çevresi ile uyum içinde. Gecenin, daha doğrusu sabahın bu saatinde yüksek perdeden konuşarak sohbet edenler, ellerinden tuttukları çocuklarını ya da bebek arabalarında uyuyan çocuklarını gezdiren aileler, akşam yemeğinden çakır keyfi olmuş yüzlerce Endülüslü ile park içinde hep merak ettiğim bir düşünceye cevap buluyor gibiyim.
İspanyada akşam yemeği onda başlar gece yarısına doğru biter ve o saatte yemek yiyip yatan İspanyolların mide fesadı geçirmiyorlar mı, diye düşünürdüm. Yemek sonrası, bunca insanın ailecek gezdiğini gördüğüm ilk coğrafya burası oldu. Demek ki yemekten sonra böyle ailecek yürümek onları mide fesadı olmalarından kurtarıyordu.
Plaza de Espana, bu parktaki en büyük ve tabi ki ev sahibi İspanya’yı anlatan en görkemli bina. Bu büyüleyici yapı sanki çevredeki tüm diğer binaları, kamelyaları, çeşmeleri, havuzları uzun kollarıyla kavrayan bir ana gibi yarım ay şeklinde yapılmış. Ben de Plaza de Espana’nın ve ortamın büyüsüne kapılarak Jane’e sarılıyorum.
Önünden akan su kanalı içinde gündüzleri kayıkla gezilebilmekte ama biz şimdi ortamın romantizminde kendimizi kaptırmış parkta bizim gibi uyumayan birkaç kumruya eşlik edercesine onlar gibi onların peşi sıra yürüyoruz.
Plaza de Espana’nın kiremit kırmızında ki duvarları, verandaların mavi ve sarı seramik tırabzanlarından yansıyan ışıklar, Alahaddin’in sihirli dünyasında ki saray etrafında yürüyormuşuz gibi gizemli bir halde üzerimize doğru parlıyor. Binanın önünde, hilal ayın ortasında ki yıldız gibi duran “Aniba de Gonzales” kamelyasında ki çeşme önünde duruyoruz.
Yoldaki yaşamda, geçmişte kalmak istemiyor, anı yaşamak ve geleceğe doğru bir adım atmayı istiyorum da, ara sıra ne Jane bana, ne de ben Jane’e katlanamadığımızdan yolda ki yaşantımız bir kâbusa dönüşüyordu.
Jane dönüyor ve birden, “Neden ?” diyor.
Dönüp ona bakıyorum ama susuyorum…
Neden, yemekte gitarcıya masamızın yanında çalarken kendisinin verdiği bahşişi alır almaz konçertosunu yarıda kesip gitmesine bir şey demediğimi, soruyor. Geveliyorum birkaç kelime. Ama o susmuyor, devam ediyor.
Neden, o İspanyolca bilmediğini bilmeme rağmen yemek seçiminde kendisine yardımcı olmadığımı anlamak istediğini söylüyor. Sonra susuyor birkaç saniye.
Ardından birden parlıyor ve neden arenada Matador, Toroyu öldürdükten sonra kendisini seyreden Sevgilisinin yanına gidip onu öperken, benim de kendisini öpmediğimi bilmek istediğini söylüyor.
Ortamın ve yaşadığım anın büyüsüne kendimi kaptırmışken, zamanda o kadar geriye gidemeyip içime kapanıyor, kafamda var olan her şeyi büyütmeye başlıyorum.
Bazen inat olsun diye, intikam hissi ile sırf “şimdi de ben kazanmalıyım!” diye onu kızdırmaktan mutluluk duyacağımı umarak bu sefer ben başlıyorum konuşmaya.
Söylediklerim karşında Jane’i kırmanın , onu mutsuz etmenin içimde yarattığı mutluluğu hissedince, kendimden korkuyor hemen yanımızdaki San Sebastian kilisesine sığınıp, Katolik Rahibe günah çıkartmak ve dua etmek istiyordum.
“Sen beni anlamıyorsun…”, “Ben seni anlamıyorum…” gibi incir çekirdeğini doldurmayacak sebepleri arka arkaya sıralayıp sokak ortasında sıkı bir kavga ediyoruz. Jane beni terk ediyor ve otele dönüyor…
Yolda yürüyorum, düşünüyorum. Yok öyle değil! Düşünmem gerektiğini düşünüyorum.
Okuduysanız siz de hatırlarsınız, daha yolculuğun başında yolculuk hazırlıkları yaparken, Sevgilime kavuşma arzusu ile çıktığım bu yolculukta Sevgilim ile bozuşmamız yoktu planda. Tekrarlardan kurtulmak istediğim hayatımda, buralara kadar geliştirip getirdiğim ilişkim birden dağılıvermişti. Karşıma çıkan yokuşun başında, Zeus’un ölümlülükle cezalandırıp dünyada bir fani gibi yaşamaya mahkûm ettiği Kral Sisyphos’un arzularına ulaşmak için tepeye kadar taşıdığı kayasının, tam zirveye ulaşacakken korkularına yenik düşüp, aşağıya, başladığı yere yuvarlanması gibi benim de tüm arzularım, kayıp gidivermişti. O arzulara ulaşmak için yokuşu tekrar tekrar çıkmaya çalışmak sonra da orada duramayıp Kral Sisyphos gibi tekrar aynı yokuştan geri kaymaktan yorulmuştum.
Zannederim ki zirvede durmak için, Toro öldükten sonra ben de Sevgilimin ruhunu okşamalı ve yaşamın devamlılığı için Jane ile sevişmeliydim…
Yalnız başıma, dar ve loş ama yokuşu aydınlatacak kadar az ışıklı bir sokağa, önümde yürüyen şişman kadınlarla kısa boylu erkeklerin peşi sıra dalıyorum. Sokak aydınlatmaları için kullanılmış avizeler siyah ve kirli. Binaların duvarları sarı, kaldırımlar geniş dikdörtgen blok taşlı... Bir ara endişeye kapılıyorum ama durmuyor, kalabalığın peşinden ilerliyorum.
Siyah dar bir demir kapı önünde, ellerinde içinde kırmızı içecekler olan uzun bardakları ile isli sarı kalker duvarlara dayanmış, peşinden yürüdüğüm gibi birkaç başka tombul kalçalı kadın ve göbekli erkekler içeriden gelen müziğin tınısında vücutlarını sallıyorlar.
Burada İngilizce menü aranmayacağı hemen kavrıyorum. Burada yaşananların, üç-beş turist için olmadığı belliydi.
Sesin geldiği yere, içeri giriyorum. Barda, bir köşede, eski ama yüksek, parlak bir tahta masanın kenarında bir yer buluyor ayakta etrafıma bakınıyorum.
İçerisi kalabalık. Önümdeki, kapıdakilerin biraz aksine, ne kısa ne de uzun boylu ama cılız bir adam yerinden kalıyor, barın ortasına ağır adımlarla ilerliyor. Birden elindeki tefi yere atmakla koymak arasında yavaşça bırakıyor. Yere düşen teften, tok bir tahta sesine eşlik eden zillerin şıkırtısı etrafa yayılıyor, bardakilere ulaşıyor. Adam ellerini yavaşça bir efe edasıyla havaya kaldırmaya başladığında çalan müziğin “cante jondo” denilen ağıt kısmının durağanlığı ortamı daha da sessizleştiriyordu.
Herkes ona bakmaya başlıyor.
Yanımdaki esmer bir başka adam elindeki içkisini havaya kaldırıp, “Viva Alberto!” diye bağırdığında Alberto, sesi duymamış gibi yapıp, ellerini havada şaklatıp aniden belinin altına indirirken, sol dizi üzerine hafiften eğilmeye ve aynı anda olduğu yerde tek ayak üzerinde de dönmeye başlıyor.
Alberto’nın saçlarına sürdüğü badem yağının kokusu, üzeri inci boncuklarla dolu seyrekleşmiş ve düzleşmiş saçlarını yassı tutması için kafasına gerdirdiği filesinden uçup, bar ışıklarının altında eş olarak davet etmeye karar verdiği boyama olduğu renginin açıklığından belli olan sarı, uzun saçlı kadının yüreğini etkiliyor.
Alberto, sahnenin ortasından ayrılıp, kadının önüne gelip dizlerini kırarak ama vücudu dik bir halde çömeliyor. Ancak gözlerini ona doğru çevirmiyor. Yere, kadının kalın ve uzun topuklu siyah ayakkabısının içinde bir “S” yapmış, ayak tabanın üzerinde sütün gibi duran bacaklarını birleştiren ayak bileklerine bakıyor. İlgisinin onda olduğunu daha fazla kadına göstermemek için yüzünü kadından saklıyor.
Duvarda bir sürü Matador fotoğrafları asılı. Birçoğu renkli olsa da hatırı sayılı fotoğraf siyah beyaz. Renksiz olanların hemen hemen hepsinin bıyık uçları yukarı kıvrılmış ince ve uzun. Renklilerde top sakal olanlar da var. Birkaç fotoğrafta bulunan yüzler, sanki çevremde bulunan yüzlerin gençlik hallerine benziyor.
Heyecanlanıyorum birden! Etrafıma bakınmaya başlıyorum. Barın arkasında geniş aynasının üzerindeki yazı gözüme çarpıyor. "Anita bar donde se recuerdan los toros" Burası, Sevilla’da, Matadorlarının her Toro şöleni sonrası buluştuğu Anita’nın barıydı. Sadece Sagria ve Flamenko eşliğinde o gün Toro ile girişilen mücadelelerinin konuşulduğu, Toro ile yapılan dansın tekrar edildiği bir sokak barıydı.
Birkaç kişi yanındaki sevgili ile cilveleşse de çoğumuzun ilgi odağı olmuş olan sahnedeki Alberto, aniden geri geri gidip, kendi etrafında tek ayağının parmak ucunda bir tur atıp ellerini gene havaya kaldırıyor.
Dansın başından bu yana karşıdaki duvara tek sıra halinde dizilmiş bir kemancı ve iki gitarcının tellerinden çıkan tınlamalarına, solo şarkı söyleyen kaba sesli kara bıyıklı bir erkeğe, birden bir kaç genç daha tiz sesleriyle eşlik etmeye başlıyor. Bar etrafında sahnedeki dansa bakarak ipnotize olmuş haldeyken, müziğin tonlamasında ki bu ani değişiklik karşısında, hepimizin gözleri hadım sesli genç Matador adaylarına kayıyor.
Ben, köseye sinmiş, sadece kendileri için dans edenleri seyrederken, birden o karşıma dikildi! Önce korktum onu görünce! Zeytin tanesi gibi yusyuvarlak kara gözlerini açmış bana bakıyor ve İspanyolca bilmediğim için anlamadığım şeyler söylüyordu.
Söyleyeceklerine, arzularına cevap veremeyeceğim diye İspanyolca bilmediğime seviniyorum!
Suratını bana o kadar yaklaştırmıştı ki, onu tam göremiyordum. Kim olduğunu anlamak için gözlerimi biraz aşağıya sonra az yukarıya kaydırarak, onun dudakları ile gözleri arasında gezdiriyorum. Kafamı azıcık geri çekmeye çalıştığımda o da aramızdaki mesafeyi koruyacak şekilde bana doğru başını yaklaştırıyor, Saçları suratıma değiyor. Yüzünün tüm hatlarını anlayacak kadar dahi geri çekilmeme izin vermiyor. Kurtulmak, kendi ayaklarımın üzerinde durmak için verdiğim tüm mücadeleye rağmen gözleri ile beni kuvvetli bir mıknatıs gibi kendine doğru çekiyor.
Kafamı iki yana sallayacak gücü son anda buluyor ve etkisinden biraz olsun kurtuluyorum. Şimdi ona biraz geriden bakabiliyor, suratını hatta göğsünü kapatmış gömleğinin alt uçlarının karnı üzerinden düğüm atarak bağladığından açıkta kalan göbek deliğini dahi görebiliyorum.
Çok değil ama gözlerimi az daha aşağıya doğru kaydırdığımda uzun fırfırlı ve bol pileli bir etek altındaki kalın bacakları gözüme çarpıyor. Ben ona bakarken o da birden kafasını sağa sola sallıyor. Arkasında, omuzlarından sarkan uzun saçları birden öne doğru havanırken dahi konuşmaya devam ediyor.
Hala korkumu yenememiştim. Üzerime doğru yarım adım attığında elindeki parlayan bardağa gözüm takılıyor. Uzun cam bardağın içi kırmızı, sanki Toro’nun kanıyla dolu.
Bardağı bana uzatırken, “İç bir Sagria... Burası Anita'nin meyhanesi. Hoş geldin! İç ve eğlen!” dercesine bardağı elime tutuşturup geriye, barın ortasına, sahneye, Alberto’nun karşısına dönüyor. Elleri havada olan Alberto’yu, fırfırlı eteklerinin uçlarını tutup sallayarak selamladı ve Zapateado denilen, ayakkabılarının topuklarını yer vurarak, Toro'nun araneda toynaklarını yere sürtmesini simgelediği dansını “Alberto! Arzularının sahibi benim! Ne bulacaksan bu hayatta bende bulacaksın” dercesine Alberto’nun karşısında, hayat sahnede ki yerini aldı.
Anita'nın o buyruk gibi yüreğime saplanan, “iç, hisset ve yaşa” anlamında ki talimatı ile bana verdiği kan kırmızısı Sagriasını bir güzel içtim. Ardından bardağı bana verir vermez, sırf benim için yarım bıraktığı sonra geri dönüp tekrar devam ettiği Granada çingenelerinin neşeli danslarından, Zambra dansını seyre daldım.
Flamenko; duyguların resmedildiği, nefretin aşka, ihanetin tutkuya dönüştüğü bir dans. Ve sadece dans ediniliyorsa yaşantının bir anlamı vardı. Bekli sırf bu yüzden, yaşandığında dans edilen ya da dans edinildiğini sürece yaşanıldığının hissedildiği, Flamenko ile özdeşleşen İspanyol kadını hep ilgimi çekmişti.
Belki bu yüzden insanlar Carmen’i adını da, operasını da unutmadı. Belki bu yüzden herkes kendinden bir parça bulduğu, hislerini, kelimeler yerine Flamenko ile anlattı diye o dansı, o kadını, Carmen’i ve arkadaşı Mersedes’i sevdi.
Carmen’in bir hayal olmadığını, Fransız besteci Georges Bizet’in bestelediği operasında hikâyesinin 1830’larda Sevilla’da geçtiğini, çok güzel ve ateşli bir çingene kızı olarak aşkını kullanmaktan hiç çekinmediğini, âşık olduğu asker Don Jose'yi etkisi altına alıp, eski nişanlısından ayrılmasını sağlayabildiğini, sonra da aşk uğruna ölünebileceğini gösterdiği hikâyesinin gerçekti.
Kapıdaki 1828 yazınına bakılırsa birkaç kuşaktır işletilen bu barda, Carmen’in bu sokaklardan doğma olduğunu Anita’nın aşkına karşılık ben de Jane’i o barda terk etmiş ve onu, Anita ve arkadaşları ile sabah güneş dağasıya kadar dans ederek aldatabildilmiştim.
Şimdi güneş doğduğuna göre, Güneşe doğru gitmeye devam etmeliyim.
Bilirsiniz! Ara sıra durup geriye baktığımız olur, bazen yaşadıklarımızı tartmak, geçmişten ders çıkarmak, bazen de Sisyphos’un kayası gibi sürekli zirveden geri düşen varoluşumuzu tekrar canlandırmak isteriz.
Ben de Jane’e tekrar günaydın diyor, ona sarılıyorum. Birlikte aynı yokuşu tekrar tırmanmak için Granada’ya doğru yöneliyoruz.
Ağustos 2000