3. Gün : Sevilla, büyük kâşif, büyük gezgin Cristóbal Colón’un bizim bildiğimiz adıyla Kristof Kolomb’un şehri.
Burası, dünyanın bir döngü olduğunu kanıtlamaya çalışan Colomb'un gemilerini suya indirdiği kent. Önce yelkenlilerini
şehrin ortasından geçen Guadalquivir nehri üzerine indirmiş, sonra nehirden Sanlúcar de Barrameda’ya kadar seksen kilometre küreklere asılarak götürtmüş, ardında da Okyanusa yelken açılmış.
şehrin ortasından geçen Guadalquivir nehri üzerine indirmiş, sonra nehirden Sanlúcar de Barrameda’ya kadar seksen kilometre küreklere asılarak götürtmüş, ardında da Okyanusa yelken açılmış.
Güneş’e doğru, batıya, hep batıya gidilirse, tekrar aynı yere geleceğini, dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlamak için yola çıkmış. Aylarca süren yolculuğunun sonucunda ne bulduğunu bile anlayamadan, keşfinin büyüklüğünü fark edemeden, yokluk ve sefalet içinde ölmüş de, onun yolunda gidenler, İnkaların, Asteklerin altınlarını, elmaslarını, değerli taşlarını gemilerle buraya getirip daha zengin ve meşhur olmuşlar, yetmemiş kendi adlarını Kolomb’un bulduğu kıtaya ve zorla savaşarak ele geçirdikleri yerleşkelere vermişler de gene de ölmüşler…
Ölümün, yaşam içinde tekrarı olmayan tek olgu olması belki de tekrar ve döngülerle dolu hayatımızda ilgimizi çeken kısmı.
Yaşadıkça hissedemeyeceğimiz o tek duyguyu, ölümsüzlüğü ararken belki de sadece bir kere yaşayacağımız ölümün zevkini, ölmeden önce anlamak için uğraşıyoruz.
Yüz yıllarca İber yarım adasının Endülüs diye adlandırılan güney kısımlarına egemen olan Emeviler’in yaptığı, Cordaba’da ki, Kurtuba Cami ve Granada’da ki Alhamra Sarayı, her ne kadar İspanyol Kralları yaptırmış ve kendileri yaşamış olsa da Emevi ustaları yaptığı için Sevilla’da ki Alcazar Sarayı, bu yöreyi anlamak adına en önemli 3 tarihi yapıdır. Ve bugün ince işlemelerle süslü, ama boş kalker yapılı binalar her an turistlerin akın akın ziyaretlerine maruz kalırlar.
Emeviler yaşadıkları süre boyunca tohumlarını buralara bırakmışlar da kendileri kovulunca, biz nasıl Ayasofya’yı çevirmişsek kiliseden camiye, İber yarım adasındaki İspanyollar da camileri kiliseye çevirmişler.
Sekiz yüz sütunlu, rengârenk yer karoları, duvarları, pencereler pervazları Arap işlemeleriyle dolu, mis gibi kokan portakal bahçesi içine inşa edilmiş, adını “Cordoba” olarak şehre vermiş Kurtuba caminde İsa’nın çocukları, Muhammed’in çocuklarından intikam alırcasına, Ayasofya Kilisesine yerleştirilmiş mihraba ve minbere inat yaparcasına, Kurtuba camisine nef ve apsis kısımları yapıp putlar ile doldurmuş.
5 yüzyıl süreyle Müslüman etkisinde, kendilerine ait olmayan bir ruh ile yaşayan İspanyollar, acılarından kurtulmak için tüm sanatsallıklarını kullanıp, iç mihrabı altın heykeller ve altın varaklar ile süslemişler de yetinemeyip mühendisliklerini kullanıp, Ayasofya Kilisesine yapılan minarelere inat yaparcasına Kurtuba camisinin tepesine bir de çan kulesi eklemişler.
Yapanlar çok yorulmuş herhalde ki, bugünün çocukları, aynı Ayasofya Kilisesinde girişte de para ödendiğim gibi Kurtuba Camisine de ücret ödeyerek beni içeri alıyorlar.
Ekonomik davranış tipi olarak aynıyız. Müslüman’da olsak Hristiyan’da olsak, bizden öncekilerin etkilerini silme ve kendi etkinliğimizi devam ettirme arzumuz, bizi insan yapan sevmediğimiz ve sıkıştığımızda kendimizin inşa ettiği bir sütün, ya da bir duvar karşısına geçip tövbe ederek kurtulacağımızı zannettiğimiz duygularımızdan.
Affet bizi Tanrım! Ama M.Ö 4.000’lerde Musa ile, Milatta İsa ile, M.S. 400’lerde Muhammed ile anlatmaya çalıştığını toplum düzeninde, ekonomi Tanrısı yoktu. Oysa şimdi, dersine çalışmayan ırkların yarattığı bu dünyaya, Ekonomi Tanrısı hâkim. Ve senin etkini silmek için dinleri bir birine düşürüp, senin mabetlerini, senin kitaplarını denetim altına almış. Albenisi bol göstermelik sarı renkli dini kitapları, işlemeli mihrapları, altın kaplamalı apsisleri yenidünya düzenine ayak uydurmuş.
İhtişamlı Kurtuba camisine girişte, İsa’nın Meryem’in, Mekke’nin buzdolabı süsleri, caminin kalkerden heykelleri, lüle taşı tespihleri, birkaç Emevi görüntüsünde ufak heykelleri, gümüş güllükleri, ipek takkeleri, gül kokuları, yakmalık mumları… Hepsi, hem Müslüman’a hem de Hıristiyan’a hizmet ediyor. Ancak artık her şey paralı. Üstelik kredi kartı da geçiyor.
Jane ve ben, her ikimizde günahkâr olduğumuzu bir birimize söyleyemiyorduk da, Nefe doğru ilerlerken sağlı sollu dua sedirlerinin arasından evlenmek maksadıyla Kiliseye girmiş gelin ve onu Damat’a teslim etmek için yanında gelen babası gibi, caminin sessizliğinden kilisenin soğukluğuna dönüşmüş boş koridorda yürüyor ve duvarlara ve sütunlara gözlerimiz ile selam ediyorduk.
Apsis’e gelince Jane, girişten aldığı mumu diktiği kazan içinde yaktı, ben de ter kokumu kaybetmek için aldığım, boynuma ve kulaklarımın arkasına sürdüğüm gül parfümünün cam şişe dibinde kalan birkaç damlasını tepsi içinde yanan onlarca mum üzerine serpiştirdim. Alevlerle birleşen gül kokusunun cızırtısının ardından ortama ağır ama bildik koku yayıldı.
Birlikte, bir zamanlar mihrabın basamakları olan nefin 2 basamaklı merdiveninin önünde durup ellerimizi birleştirip, mekânların adı değişse de kendisine seslenişimiz değişse de, ona hitap ederken kullandığımız kelimeler, cümleler değişse de, o tek olduğundan ve hepimizi anladığından buralara kadar gelebildiğimiz için teşekkür edip o güce dua ettik.
Ben de, herhalde artık bir Kilise de olduğumdan pek bir his değişikliği olmadı da, Jane’nın karakaşlı, kalın kirpikli gözlerinden birkaç damla yaş yanaklarından süzülüp, pıt diye beyaz şalına damladı…
Barselona’dan Sevilla’ya, Valencia sahil şeridi üzerinden ardından Cordoba’ya, uğrayarak 9 saati aşan bir araba yolculuğu ile gelebilmiştim. Jane’de, ben de ağustos ayının güneşinde yorulmuştuk! Sevilla’da sıcak, daha da artmıştı.
Otelimiz, Plaza de Almas’ın arkasında müze ve sarayların arka mahallesinde, yani otantik eski Sevilla’nın içinde. Alcazar Sarayına kadar uzanan kanal boyundan, Cristobal Colon Caddesi üzerinden Maestranza de Caballería Boğa arenasının yanından geçerek otelimize gelmek üzereyiz.
Etraf canlı. Ortama yayılan kokuları bildik ve tanıdık geliyor. Barcelona’dan sonra sanki daha bizden bir coğrafya da olduğumu düşünerek karnımın acıktığını hissediyorum. Çevreye yayılan kokular acaba, Arap kültüründe, mis kokulu dağ kekikleri ile beslenmiş, keskin bir bıçak ile kurban edilmesinin ardından derisi ortalık yerde yüzülüp bir kazığa oturtularak bol alevli bir ateş üzerinde çevrilen bir keçiden mi, yoksa hayatı, bir Matadorun kılıçları ile tozlu bir arenada yavaş yavaş acı çekerek son bulmuş, kanlı eti kırmızı bir şarap ile terbiye edilmiş harlı bir barbekü üzerinde kızartılan bir boğadan mı geliyordu?
Erkekliğe atılacak ilk adım bizlerde nasıl Sünnetten geçiyorsa, buralarda da Matadorluktan geçiyordu.
Biz geçerken, Maestranza Arenası önündeki kalabalığa gözüm takılıyor…
Üstünlüğünü yıllardır öldürdüğü Torolarla kanıtlamış olduğundan, artık ön işlerini yeni yetme öğrenci Matadorlara yaptırıp yorulmak istemeyen Baş Matador, arenada şeref locasında geniş bir koltukta oturuyordu.
Hayaları, bir kese ile sarıldıktan sonra kalın bir halat ile sıkılmış bir boğa, kapalı olduğundan kımıldayamadığı kafesten, kapının açılmasıyla tozlu arenaya, burnundan soluyarak ve arka ayaklarını birkaç kez teperek çıkıyor. Serbest kalır kalmaz acısından hiç durmadan yumurtalıklarını sıkan torbayı arka ayakları ile çıkarmak için zıplayıp çırpınırken, arenayı hınca hınç doldurmuş binlerce seyirci hep bir ağızdan “Horooooo” diye bağırmaya başlıyor.
Matador biraz sonra karşılaşacağı rakibini, üstü güneş korumalı koltuğunda oturmuş bir halde, yanında oturan Sevgilisine Boğayı överek, “Ne güçlü bir Toro değil mi Sevgilim.” diyerek gösteriyor.
Önce çaylak Matadorlardan birisi, ön ayakları üzerinde zıplayan boğanın kasıklarından sarkan ipi çekip, Toro'nun hayalarını sıkan keseyi serbest bırakıyor. Birden rahatlayan hayvan olduğu yerde, arenanın ortasında birkaç 10’lu saniye hiç kımıldamadan ama sinirlerine sinir katacak şekilde soluyarak duruyor.
Diğer bir kaç çaylak Matador, arenanın üç farklı yönünde ellerinde kırmızı pelerinlerini sallayarak Toro'yu kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Boğa, burnundan solumaya devam ederken, güneşi kendi arkasına aldığından önünde sallanan kırmızı rengi daha net gördüğü, Doğu yönündeki çocuk Matadora doğru koşmaya başlıyor.
Arena hep bir ağızdan “Horooooo” diye ayaklanması ile Baş Matador oturduğu yerde avucunu sıkarak yaşananları izliyor.
Boğanın kendisine geldiği gören çocuk matador, hemen arkasında bulunan korumalı alana çevik bir hareketle sıçrayıp saklanınca, biraz önce kızgınken gördüğü kırmızı pelerin kaybolduğu için Boğa, sanki bir uçurumun kenarına gelmiş de aşağıya düşecekmişçesine fren yaparak ve pelerin kalkınca birden karşısına çıkan tahta perdeye çarpmamak için kayarak durmaya çalışıyor. Arena toz duman içinde kalıyor. Tüm seyirdiler “Horooooo” diye bağırmaya devam ediyorlar.
Aynı sahneyi, diğer iki çaylak Matador da tekrar ederek azgın boğayı yoruyorlar. Ardından Matador olmaya az kalmış Picadorlar sahneye çıkıyor. Picadorlar boğa anatomisini ve Boğanın atikliğini, çevikliğini yorumlaya bildikleri belli. Kimisi yerde yürüyerek, kimisi bir at üzerinde daha sakin bir halde, elinde uzun mızraklarla ve 1 metreyi aşan şişlerle azgın boğanın sırtını, boğanın yıkılmasına sebep olmayacak kadar ufak darbeler ile şişleyerek, kanını yavaş yavaş akıtmaya başlıyorlar.
Matador yerinden yavaşça kalktığında tüm seyirciler daha gür bir Horo çekip ardından alkış tutmaya başlıyorlar. Omuzları geniş vatkalı, sanki fazla yıkanmış da çekmiş gibi göbeğinin üstüne kadar gelen yeleği, batıya yaklaşan güneşin yatay ışıkları altından pırıl pırıl parlamakta. Pantolon olarak, dizlerinin hemen altında bacaklarını sıkacak kadar dar ama yine yeleği gibi altın sarısı işlemeli, mavi saten kumaştan yapılmış bir kıyafet giymiş Matador, ayakta önce seyircilere basit bir el sallıyor sonra yanında oturan Sevgilisinin dirseklerine kadar eldiven geçirmiş sol elinin parmaklarını, kendi sağ elinin parmakları ile kırılacak bir cam parçasını tutarcasına nazik bir şekilde kaldırıp dudağına götürüyor ve ufak bir buse konduruyor.
Bu sırada arenada “Horo” çığlıklarından yıkılmak üzereyken Picadorlar ve çaylak Matadorlar hala azgın boğayı yormaya ve sırtından, birkaç yerden daha şişlemeye devam ediyorlar.
Matador, aynı işlemeli elbisesi gibi parlayarak sarkan altın kakmalı kılıcı ile akşamüzeri güneşinde Toro’nun karşısında hayalet gibi dururken, Toro, kırk dereceye varan sıcakta, sırtındaki Picadorlerin şişlediği deliklerden sızan kanlara karışmış toz zerreciklerinin acısında ve kaybettiği kandan dolayı bitap halde, iki tonluk vücudu ile zorlukla ayakta durmaya çalışıyor.
Sevgilisine kendisini kanıtlamak adına uğraşan Matador, arenaya Horo çığlıkları eşliğinde çıkıyor ve kendinden öncekilerin sapladığı şişleri bir kirpinin iğneleri gibi sırtında taşıyan, aynı anda burnundan çıkardığı iniltiler ile hırlayan Toro karşında kendi kendine dans ediyor, ayak oyunları yapıyor.
Maestranza de Caballería Arenasında bulunan 14.000 seyirci kendinde geçmiş bir halde ıslıklar çalıyor, alkışlıyor ve “Horo” diye bağırıyor.
Bu sefer Matador güneşi arkasına almıştı. Toro, arenada, sığınacak bir gölgelik olmadığından, açıkta durduğu yerden, Güneşe doğru bakarken kamaşan gözleri ile karşısındakinin bir hayalet mi, bir insan mı olduğunu anlamaya çalışıyor.
Bir gül atar Matadorun Sevgilisi arenaya. O anda Toro’nun acısı kendi içinde bir alev topuna dönüşür de sırtındaki delikten sızan kanlar ile buhar olup uçar gider.
Ayaklarının dibine düşen gülü, yerden, kılıcının ucu ile havalandırıp hava da uçmasını sağlayan pembe pelerinli can almaya gelmiş insan görünümlü Azrail Matador, mavi gökyüzünde taklalar atarak düşmeye başlayan kırmızı çiçeği sol eli ile tutar.
Gülü, kılıcının tutamak kısmına sıkıştırıp, pembe pelerini sırtından geniş bir daire çizdirerek sağa doğru açar ve Toro’ya doğru sallamaya başlar. O anda arkadan ve uzaklarda, okyanusun üzerinden, batıdan batmak üzere olan güneş, Matadoru ve dalgalanan pembe pelerinin gölgesini arenaya gerçek büyüklüğünün 2-3 katı büyüklüğünde yansıtır.
Toro, arenanın ortasında olmasına rağmen kendisine kadar gelmiş bu gölgeden önce biraz çekinir. Durduğu yere kadar gelmiş gölgenin, gözlerini güneşe karşın koruması ile karşısında duranın bir hayalet değil de kendisine bu acıları yaşatan baş düşmanı olduğunu görünce o ana kadar içinde beslediği nefretini burun deliklerini büyüterek burnundan haykırırcasına çıkartır ve önündeki kumları biraz daha havalandırır.
Aynı anda karşısındakinin İnsan da olmayacağına inandığından Azrail ile yaşam mücadelesine girişmek üzere, düşmanına saldırmaya karar verir. Önce arka sağ ayağını geriye doğru gerdirir, sonra ön sağ ayağını, burnu ile hafif dalgalandırdığı kumu ortalık bir toz bulutu haline gelesiye kadar birkaç kez sürter.
Toro, artık her şeyi daha net görebiliyordur. Karşısında bir Matador vardır. Ve acısını dindirmek için pembe pelerine doğru koşmaya başlar.
Matador biraz önce sağ tarafında tuttuğu pembe pelerinin arkasına yavaşça geçerek kendi görüntüsünü kaybettirir ve hiç kıpırdaman gelmek üzere olan Toro’yu beklerken sağ ayağını hafiften geri de gergin bir halde tutmaya başlar. Toro’nun başka bir yöne ilgisi kaymasın diye, arkasına saklandığı ve sol eliyle tuttuğu pelerini sallamaya devam ederken, sağ eli ile de kılıcını kafasını üzerinde ucu, gelen boğaya saplayacak şekilde havaya kaldırır.
O da aynı Toro gibi yaşam mücadelesi adına rakibine karşı gardını almıştır.
Toro son gücü ile pelerine doğru koşmaktadır. Kendisine yaklaşmakta olan Toro’dan hiç çekinmeden gözlerini kısmış olarak hareketsiz duran Matador, tam boğa pelerine ve arkasında saklandığından kendisine saplanacak boynuzlardan son saniyede, vücudunu hızlı bir atiklikle kenara çekerek kurtulup, ucuna gül sıkıştırılmış kılıcı Toru’nun sol böğrünün hemen altına, kalbine saplar…
Çaylak Matadorların, Picadorlerin solucanla oynayan çocuk gibi oynayıp yordukları, yaraladıkları Toro, Matadorun son ve tek bir kılıç darbesi ile olduğu yerde sendeler ve hızlı geldiğinden duramayıp, arenanın sarı kumları üzerinde koca vücuduyla kayarak ileride cansız halde yığılır kalır.
Matador, geri dönüp Toro’nın yanına ağır adımlarla ilerlerken arena ölüm sessizliğine bürünmüştür. Kimse ne bağırıyor ne de alkışlıyordu. Tüm seyirciler ölmeden ölümü görmüş, Azrail ile birlikte gördükleri ölümü, ruhlarının çok ama çok derinlerinde hissetmeye başlamışlardı.
Ne arenada, ne sahnede, ne havada, ne Toro’da ne de Matadordan hiç ses çıkmamaktadır.
Matador, Toro’nun kalbine saplanmış kılıcın kabzasındaki kırmızı gülü hızlıca çekip alır ve Sevgilisine fırlatır.
O anda seyirciler, ölenin kendileri olmadıklarını anladıklarından ve elleri ile kalplerinin üzerini ovuşturup Matadorun kılıcın kendilerine batmadığını kavrarlar. Ölümü tatmış ama yaşıyor olmanın zevkini ruhlarında hissederler.
Matadorun Sevgilisi ayağa kalkıp onu alkışlarken, arenadaki binlerce kişi ayağa fırlar ve ölüm sessizliğini, yaşamın arsızlığına bırakırcasına hep bir ağızdan “HORRRRROOOO, HOROOOOO, HOROOOO” diye bağırmaya başlar.
Jane birden iki elinin avuç içlerini bir biri üzerinde yumak yapıp, kalbine doğru götürürken bana dönüp haykırıyor.
“Harikaaa! Tanrım, ne aşk! Matador, Sevgilisi için kendini tehlikeye attı...”
Toro öldü! İki atlı arkasına, arka ayaklarından zincirle bağladıkları tozlu zeminde çekerek, mezbahaya sürükleyerek götürürlerken arenayı daha da büyük bir toz bulutu kaplıyor.
Satranç tahtasının basit bir Piyonu gibi hissediyorum kendimi. Şahlar, Vezirler arasından sıyrılmaya çalışıp, yutulmamaya uğraşıp, o son satıra geçip bir Piyonken, bir Vezir olmayı istiyorum da birden bir şey beni, bir Atın L ayağı ile Filin kılıcının uzantısına, her ikisinin kesiştiği kareye sürüyor. Ardında oynayanın canı sıkılıyor, kalkıp gidiyor oyun masasından. Bende Atlar, Filler, Kaleler arasından aynı kare içinde bir sürü Piyon ile hayat denen satranç tahtasında hareketsizce kalıyorum…
Uzun ve yorucu bir yolculuk sonrası, otelde penceresi açık olduğundan dışarıdan gelen sesler artınca, yattığım yataktan yaşam ile ölüm arasında gidip gelmişliği yaşadığım bir kâbusun ardından sırılsıklam bir halde, saat akşamın dokuzuna gelirken uyanıyorum. Bu coğrafyanın en güzel duygusu öğle saatlerinde uyumak, Siesta yapmak. Ancak bu saate kadar uyuduğuma göre yolculuğun beni yorduğu belli oluyordu. Neyse ki yemek buralarda akşamın 10’undan sonra başladığından daha bir şey kaçırmamıştım. Kalkıp soğuk bir duş yaparak kendime gelmeye çalışıyorum.
Sevilla aynı anda bir savaşlara hazırlık şehri. İçinden geçen Guadalquivir nehri sayesinde denizden çok uzakta ama deniz ile içli dışlı bir kale niteliğinde. İber yarım adasının içlerine kadar ilerlenebilen bir akarsuyun hemen hemen son noktası. Ve bugün, 15 ve 17 yy’lar arasında Güney Amerika’dan getirilen altınların koca koca toprak potalarda eritildiği, zenginliğin tavan yaptığı bir şehir. Şehir içinde bu dönemlerde yapılan bir çok resmi ve gayri resmi yazışmaların, Amerika kıtasında yapılan talanların günümüze aktarıldığı bir müzede dahi bulunmakta.
Guadalquivir Nehrine bakan onlarca bar ve lokanta, Sevilla'nın da eğlencesi bol bir yaşam şehri olduğunu hissettiriyor. Deniz ürünlerinin bilmediğim onlarca çeşidi, tek düze bir beslenme olmadığını gösteriyor. İspanya’da bugüne kadar gördüğüm yerler içinde en lezzetli ve en çeşitli deniz ürünlerini sunan bir yer olarak aklımda kalmıştır.
Menülerde sadece balık olmayıp denizatından istiridyenin birçok çeşidine, farklı tipte midye ya da diğer deniz ürünleriyle yapılmış deniz mahsullü çorbaları buralarda bulmak mümkündür.
Tüm bu besin zincirine bir de beyaz ya da rose şaraplarını ve Yunanistan kadar olmasa da yanında sunulan yeşil otları eklediğimizde ağzımızda tadı unutulmayacak lezzetler bırakabilmektedir.
Alcazar Sarayı, nehre paralel yapılmış El Arenal kanalının hemen karşısında, içindeki güzelliği dışarı vururcasına ışıl ışıl parlıyor. Kanal kenarına, set üstüne kurulmuş birkaç yan yana sıralanmış lokanta görüyorum. Birinin masalarında sanki yüzyıllar öncesinin atmosferinde rüzgârdan korunan ispirto ocaklı mumlar var. Kanaldan sessizce akan suyun tatlı huzuruna, karşı kıyıdan yükselen Flamenkolar eşlik ediyor. Bir kaç genç çift, her biri velespitten bozma kendi motorların kıçlarına oturmuş, sevişme ile konuşma arasında bir birleri ile flört ediyorlar. Ortamın görsel büyüsüne kapılarak oturuyorum bu lokantaya.
Yanımda, yandaki lokanta ile aramıza bir sandalye üzerine oturmuş gitarcının pantolonu yırtıktı. Her tarafı değil. Sadece diz kısmı. Moda olduğundan değil de eskilikten yırtıktı. Bir de arka cebi sökülmüştü. Guadalquivir nehri sessiz aktığından her iki lokanta oturanlar da onun müziğini duyabiliyordu. Hatta diğer lokanta da konuşulanlar bile duyuluyordu.
Jane, “Menu Please.” dedikten bir kaç saniye sonra, garson çarşaf büyüklüğünde menüleri masamıza bıraktı. Jane menüyü daha eline alır almaz, geri kaçan çocuğu çağırıyor.
“Do you have English menu?”
Çocuk anlamadan anlamsızca Jane’e bakıyor.
“I want English menu please! I don't know Spanish…”
Çocuk gene anlamsızca bakıp her İspanyol’un yapacağı gibi bir sürü cümleyi hiç durmadan ardışık ve hızlı bir şekilde sıralıyor.
Jane bana dönüp, “İnanamıyorum bunlara. Böyle turistik bir yerde nasıl olurda İngilizce bir menü olmaz. Kalkmak istiyorum, gidelim lütfen.” dedi
“Gidelim Sevgilim!”
“Bunlar dünyanın neresinde yaşıyorlar yahu? Aptal bu insanlar. İngilizce bilmiyorlar. Hadi bilmiyorlar, bir menü bile hazırlamıyorlar.”
“Haklısın sevgilim...”
Gitarcının yanından geçip hemen yanımızda ki sarı ve yeşilli, naylon tenteli olanına geçiyoruz. Daha kalabalık, daha ışıklı, daha az romantik, daha turistik. İspirto mumları yerini Edison'un ampullerine, kenarları kırmızı dantel işlemeli masa örtüsü ise yerini yeşil makine üretimi bir muşambaya bırakmıştı.
“Do you have English menu?”
“Yes madame. Please. Sit down!”
“Oturalım mi bir tanem?”
“Hı hı...”
Gitarcının melodileri birden hızlanıyor ve dikkatim Jane’den uzaklaşıp ona yoğunlaşıyor. Gitarını pena ile çalıyordu. Ama akord vurması gerektiğinde sağ elinin 3 parmağının tırnaklarını kullanıp tüm tellere ardışık vurdurup, aynı anda sol eliyle de akorları adı ardına basıyordu.
“Ne yiyeceğiz sevgilim, seçebildin mi?” diye sordu Jane.
Yanımızda ki sokak çalgıcısı, yıllar boyunca duyduğum ama anlamlarını hiç bilmediğim İspanyol Flamenkolarını eski bir Gypsy gitar ile ardı ardına sıralıyordu.
“Balık. Sen ne yiyeceksin Jane?”
Jane garsonu çağırıyor. Deniz ürünlerini tanımadığından yan masadakini eli ile göstererek, “I want this plate and one beer please” diye siparişi veriyor.
Garson anlamsızca bana bakınınca irkiliyorum. Ne diyecektim ki adama. İngilizcem yoktu ki. Şimdi Jane, beni de bırakır, terk eder mi, diye düşünmeye dalmıştım. Garsonun İspanyolca bir şeyler demesi ile kendime geldim. Zannedersem bana ne istediğimi soruyordu.
İsimlerini bilmiyordum. Elimle yüzen balık işareti, yapıp "fiş!" dedim. Birde bir şey içiyormuşum gibi yapıp “vin! Vayt vin…” diye devam ettim.
İspanyollar, kendileri dışında başka bir lisanın konuşulduğunu pek bilmediklerinden, hele hele İngilizceye karşı, Fransızlardan da “Fransız” olduklarından menülerin hepsi İspanyolca. Yemekleri anlamaya çalışmadan sipariş vermek hoşuma gidiyor. Bir bilinmezle karşılaşmak istemekten ve bundan keyif almaktan başka bir şey değil bu benimki.
İspanyol garson her zamanki gibi anlamadığım bir şeyler söyledi. Her halde ne istediğimi anladığı söyleme ihtiyacı içindeydi. Garsonun gitmesini ile bir süre Flamenko şarkılara dalıp gidiyoruz. Çalacağı şarkıları bitiren gitarist bir elinde gitarı diğer elinde bir metal kutu ile masaları dolaşmaya başladı. Jane bir kaç yüz peseta verdi. Çalgıcı tüm masalardan paralan toplayıp gidince, Jane az çaldığı için gitariste sinirlendi. Hem para almıştı hem de çabuk gitmişti…
Yemeklerimiz geldi. Jane'e yan masadan eli ile işaret ederek istediği için bildik kalamarlar, bana da içinde beş, altı farklı çeşitte balık ve üzerinde Jumbo karidesler ve kenarlara serpiştirilmiş yengeç bacakları olan karışık bir deniz tabağı. Fransızlar buna Deniz meyveleri anlamında “Fruit de mer” derler. Şanslıydım! Basitliğin; zor elde edilen gerçekler olduğunun bilincinde, bilmediğim menülere karşın elde ettiğim çeşitlilik ile gelen zevkin tadını çıkarıyor, önümde bir tabak içinde duran, Yoldaki Yaşamın vazgeçilmez zevki olan karmaşık iplik yumağını çözmeye çalışıyordum.
Hava çoktan karardı. Hatta İspanyada yemek yeme saati akşamın 10’undan sonra başladığından yemek bittiğinde bana göre gün de bitmişti. Yemek üstüne aldığım, İspanyanın pek tanınmış “Grand Duque de Alba” brendisinin ardından sokaklarında gecenin birinde Sevilla’nın dolaşmaya başlıyorum....
Ağustos 2000