Güneşe Doğru Barselona
Eğer yaşam bir tekrar ise, bu sefer ben, atalarımı tekrar ediyor, Batıya, Avrupa'nın batısına, Afrika’nın batısına Emevilerin yaşam merkezine, kısacası Güneş’e doğru gidiyorum.
Eğer yaşam bir tekrar ise, bu sefer ben, atalarımı tekrar ediyor, Batıya, Avrupa'nın batısına, Afrika’nın batısına Emevilerin yaşam merkezine, kısacası Güneş’e doğru gidiyorum.
1. Gün : 6.yy sonlarında Emeviler de iç dünyalarının karmaşasında yönlerini karıştırmışlar.
Yüzyıllar önce Arap ve Sahra çöllerini, ardından Atlas dağları aşıp, bugünün Fas'ına vardıklarında, masmavi sonsuz büyüklükteki Atlas Okyanusu ile karşılaşınca, dünyayı da tepsi gibi düz zannettiklerinden, Fas’a “Dünyanın sonu” anlamında “Mağriplilerin” ülkesi diye ad takmışlar da Arap yarımadasından kalkıp Mağrip’e kadar geldikleri yetmezmiş gibi içlerinde ki sıkıntıyı atamayıp, bari karşı kıyıya, Güney Batı Avrupa’sına, bugünün İber Yarım adasına geçelim demişler.
Yolculuklara bir anlam katmak için çeşitli bahaneler yaratanlar o zamanlarda da varmış.
Atlas Okyanusunu, Akdeniz’den ayıran Boğaza adını veren Emevi komutanı Tarık Bin Ziya, adamları geri dönmesin diye de bugünün İspanya’sının Algericas bölgesinde gemilerini yakmış. Günümüze de, bir işten geriye dönüşü olmaması için yapılacakları anlatan “Gemileri yakma” deyimi bırakmış.
Böylece Askerler, Mağrip’e geri dönecek gemi olmayınca mecburen yaşama tutunacaklarından, İspanya’da hüküm sürecekleri 5 asırlık serüvenleri başlamış.
İber yarım adasında savaşlar eşliğinde başlayan yaşam, 7.yy’dan 15.yy’a kadar sürmüş. Ve yine İspanyolların etkin olduğu bir başka savaş sonrasında, 1609 yılında en son Müslüman Murisko’ların İber yarım adasından kovulması ile son bulmuş.
Onlar 7.yy’da Fas'ın Ceuta'sından, Cebeli-Tarık boğazını geçerken, ben bugün hattı tersinden başlayarak sadece onları tekrar edeceğim de Dünyanın da birkaç milyon yılda bir kendisini tekrar etmiyor mu, diye düşünmeden de edemiyordum.
Barselona’ya indiğimde pantolonum ve gömleğim hala ütülü, ayaklarım ise kokmuyordu. Ne de olsa uygar yaşamdan, uygar topluma, gelişmişliği kullanarak geliyordum. Tüm panolarda yönümü ararken, Milenyumdan önceki yıllarda metro havaalanına gelmediği için şehre otobüs ile gitmeye karar veriyorum. Otobüsün bagajına çantamı tıkıp kendimi içeri attığımda, bu yolculukta yalnız olmadığımı bir kere daha fark ediyorum.
UNESCO'nun dünya çocukları gibi otobüs her ırktan ve renkten insanı taşıyordu. İspanyolca bugün dünyada en çok konuşulan 3. dil ve dünya üzerinde en geniş alanda konuşulan 1. dil durumunda. Ve Barselona havaalanı, İspanyolcanın çok yaygın kullanıldığı tüm Güney ve Kuzey Amerika’nın belli başlı şehirlerine günde en az 1 kere, hatta bazılarına 2 kere uçuş yapmakta. Iberia Airlines, sadece Amerika ile de sınırlı kalmadığından neredeyse tüm dünyaya uçmakta. Bu yüzden burada her ırktan insanı görmek mümkün.
Otobüs içine geçince, farklı ırktan ve renkten insanları incelemeyi bırakıp sırtında yarısı parçalanmış deri ceketi, elinde siyah motor başlığı ile bakışlarını yavaş yavaş bana doğru döndüren Jose'nin yanına oturuyorum.
Denizin nemi daha ilk andan itibaren burun deliklerimden geçip genzimi yakmış ve tüm vücudumu etkisi altına almıştı. Cebimden çıkardığım haritayı içimdeki tecrübelerle birleştirmeye çalışıp, gideceğim yeri Jose’ye Türkçe sorduğumda eh tabi ki cevabi İspanyolca geliyor.
Her birimiz kendi dilimizde konuşuyor ama anlaşıyoruz. Beden dilinin evrensel kuralları bazen ne yapsak bozamıyoruz. İster dil, ister din farkı olsun, vücut dilinin ortak dil özelliği her yede İngilizcenin önünde yer almasından keyif alıyorum.
“Katalunya meydanına kadar git. Sonra metroya bin!”
Çok kelime söyledi Jose de ben anlamak istediğimi anladım. Jose’de, Katalunya meydanına doğru gidiyormuş. Hatta daha ileriye gidecekmiş. Zamanı gelince bana işaret edecekmiş…
Durağa gelince işaret etti ve inerken çantamı göstererek, “Burası Katalunya, her şey olabilir!” demek istedi.
Ha! Ona ismini hiç sormamıştım. Jose ismi ona yakışmıştı…
İçimden “Mersi isimsiz dostum. Ben de Hakan…” derken, Jose ismini taktığım motorcu arkadaşıma dönüp gülümseyerek “Gracias” diyorum.
Katalunya meydanında ilerleyip şehri hissetmek için amaçsızca etrafıma bakınıyorum. Eğitim her şeyin başı derler ya! Ne öğretilirse sadece onu bilirsin. Bende nereden öğrendimse İspanya denince aklıma hep Colomb'un geniş şapkalı adamları ve onların gemici tayfaları ve korsanlar aklıma gelir. Bir de ne alakası varsa Peter Pan hikâyeleri…
Hayalimdeki Barselona, bir liman şehri, limana demirlemiş üç beş büyük yelkenli gemi. Gemilere yüklenecek kalın halatlarla bağlanmış tahta sandıklara konmuş yüklerle doldu bir iskele, iskeleyi çevreleyen meydana bakan barlar, kumarhaneler ve uzun ve rengârenk etekli, iri göğüslü, geniş kalçalı, lüle saçlı kumral kadınlar…
Jose’nin ismi hayaldi ama Katalunya meydanına adımımı attığımda bu anlattıklarıma benzer görüntüler ve gördüklerim hayal değildi.
Bu İspanya’ya ilk gelişim değildi. Daha önceleri de İber yarımadasında bulunmuş ve İspanya yaşam tarzını biraz olsun yaşamıştım.
Sabah kalk ve sadece kahve iç. Öğlen iki, iki buçukta işi bırak, dörtte kadar yemek ye ve uyu, dörtte, ya da bazen beşte iş başı yap. Gecenin sekizinde işini bırak evine git. Eşini, çocuğunu al ve gecenin onunda dışarı yemeğe çık. Bana, bizlere göre bir tarafımızda pireler uçuşurken sabahın birine doğru evine gel uyu. Ha, bu arada boş bulunduğun her anında da eğlen, gül, gülümset!
Şimdi de aynı durumdayım. Saat gecenin 10’una yaklaşmakta ve Katalunya meydanındaki yüzlerce Barselonalı, günlük devinimlerinin son halkasını tamamlamak için etraftaki lokantaları, sokak kahvehanelerini, eve gitmeden ayakta yenen aperatifler eşliğinde bir tek attıkları jambon-pubları doldurmaya başlamışlar.
La Ramblada caddesinden akın akın gelen insan selini yararak ilerlerken, gençler ellerinde bira şişeleri, son yılların rap modasını, bacakları arasına sıkıştırdıkları darbukaları, ellerinde zilleri, yüksek sesli kocaman teyplerinden çıkan müzik eşliğinde çalıp, söylüyorlardı.
Yanlarından geçerken göz göze geldiğimizde ne onların eğlencelerini bırakıp Jose’nin endişelendiği gibi benim çantamla uğraşacak halleri, ne de -çok istememe rağmen- yorgunluktan benim onlara katılacak halim vardı.
Özür dilerim İspanya. Bugün çok yorgunum. Yatıp uyuyacağım…
2. gün
Jane güzel bir tişört giymişti. Ben her sabah ki, sabah sarhoşluğumdayım. Kahvaltı sofrasında uyanmaya çalışırken, kırmızı tişörtü gözümü alıyor.
Üç yıldızlı bir otelde açık büfe kahvaltı beklemiyordum. Garsondan üçüncü kahvemi isterken, adam şaşkınlığını gizleyemiyorsa da bana bir şey söyleyemiyordu. Bir kahve, bu İspanyolların ayılmasına yetiyordu da, bana yetmiyordu. Çocukluğumdan bu yana beni tanıyan herkes bilir, hatta yaşadığım şehirdeki kahve satıcısı bile öğrenmiştir ki, ben kahveyi çok seviyorum.
“Kahve lütfen. Yoksa ayılamam...”
Hemen hemen her Avrupa şehri gibi Barselona’nın da bir metrosu var bir de Gaudi'si var demişlerdi.
Barselona’nın Gaudi'nin şehri olduğunu daha sokaklara adım attığınızda çevrenin farklılığından anlıyorsunuz. Kültürsüzlüğümün okudukça ve gezdikçe yok olduğunu bilmişimdir de Gaudi'yi okumuş olsam da anlayamadığımdan onu tanımayı buraya bırakmıştım.
M. Eiffel, yarattığı endüstriyel devrimi simgeleyen metal kulesi ile Paris'i meşhur etmiş ama Gaudi, bir Mühendis olan Eiffel’den daha karmaşık ruhu ile yarattığı Barselona’yı tüm dünyaya tanıtmaya başarabilmiş mi şüpheliydim. Buralara gelmeden, eserlerini görmeden okuyarak Gaudi’yi anlamak pek mümkün gibi görünmemekteydi.
Kahvaltıdan sonra Katalunya meydanına tekrar metro ile gitmeye karar veriyorum. Basit ama işe yarar bir metroları var. Bir merkezde toplanan hatlar, şehrin çeşitli diğer ana merkezlerine ulaşımı rahatlıkla sağlıyor.
Ben yaşlarda bir genç hızlıca yanımdan geçip ilerideki metronun legal kumar makinesine parasını atıyor. Bir sürü tuşa ardı ardına basarken, onun yanına anca varabiliyorum.
“Bir bilet lütfen, Gracias.”
Elimdeki iki bin pesetayı uzattığımda, çocuk hiç konuşmadan yandaki makineye benim paramı da atıp, bir sürü tuşa bastıktan sonra bekle der gibi bir dizi cümleyi ardı ardına sıralıyor ve kendi biletini alıp, koşturarak yanımdan uzaklaşıyor.
Ne çok konuşuyor bu İspanyollar. Bir de ne çok aceleleri var!
Çocuk, çoktan uzaklaşmış. Ben, Las Vegas’da bir kumarhanede de gördüğüm slot makinesine bakıyor ve ekrana üç elma, üç armut, üç muzun yan yana gelmesi için dua ediyorum. Kazanmaya mecburum. Bugüne kadar elde edemediğim başarılarımın arkasına sığınabilmem için o makineyi alt etmeli ve mangırları kazanmalıyım.
Bunca zaman kaybettiğim paralarımı hatırlayıp buna bir son vermem, şansımın dönmesi için Tanrıya yalvarmam gerekiyordu ve bende öyle yapıyorum. Ancak bunu ellerimi havaya açmak yerine gözlerimi dönen meyvelere daha dikkatli bakarak yapıyorum.
Para kaybetmeye bir son vermeliyim… Güçsüzlüğümü hissetmemek, çevremde etkinliğimi sürdürmek için ihtiyacım vardı bu paraya. En azından bu kazanıma…
Zaman geçiyor, makinenin camlı bölgesinde elmalar, muzlar, tavşanlar fırıl fırıl dönüyordu. Spot ışıkları vücudum da ki tüm suyu emercesine derimin üstüne çıkartıyordu.
Yanımdan kırmızı mini etekli bir krupiye kız geçiyor ve elindeki viskiyi bana uzatıyor. Hala makinenin başındayım ve birden bir tık sesi duyuyorum ama hala dönüyorlar...
Biri daha geldi yanıma. Yandaki kumar makinesinin önünde duruyor, bana ve dönen meyvelerime bakıyor. Boşuna uğraşma. O önünde durduğun slot makine biraz önce mangırları verdi ve şanslı çocuk tüm voleyi vurup mangırları alıp koşar adım kaçtı, diyeceğim ama adam beni dinlemez ki!
Zira o da rahatsız… Onun da ruhu kendi bedenine sığmadığından, o da bir yere gideceğinden, o da kendi dünyasını kendi elleri ile yaratmaya çalışacak.
Bir tık daha duyuyorum. Dişli sesleri işlerin benden yana gittiğini söylüyor. Hissettiriyordum bunu…
Hala dönüyorlar. Hala tavuklar ve kirazlar gözümü karıştırıyordu ki birden duruyor makine
Üç elma. Bingo!
Kazanmıştım. Metro biletim bir tüy hafifliğinde korumalı kâse içine düşerken, bilet 1.250 peseta olduğundan kâğıt iki bin peseta karşılığında para üstünü bir avuç dolusu metal, 750 peseta olarak kazanmıştım. Sevincimden nerede ise havalara sıçrayacakken, metal kâseye düşen metal paraları toplamaya başladım. Saymadım bile. Nasıl olsa kazanmıştım ya!
Jane sırtıma vurdu.
“Bileti aldın mı Sevgilim?”
“Aldım Sevgilim. Hadi gidelim.”
Biraz gezmeye alıştıkça, şehirleşme ve ulaşımın tek düzeyliği, insanı sıkmaya başlıyor. Tüm Avrupa da aynı tek düze yaşam, aynı kolaylıklar, bir farklılık arayana, bir gezgine bir anlam katmıyordu. Bana da böyle durumlarda, İspanya’nın sevimli kahramanı Don Kişot’un Yel değirmenleri ile verdiği mücadeleye özdeş bir hayal kurarak yaşantımızın tekrarlardan ibaret olduğunu hissetmek kalıyordu.
Bir doyumsuzluk üzerine gidiyordum. Geleceğim “Şimdilerden” oluştuğu sürece, şimdi yaşadıklarımın doyumsuzluğunda metroya binmiş, istediğim meydana gelmiş metrodan inmiş sokakta gezinirken buluyorum kendimi.
Bir şehirde dolaşmanın bin bir çeşidi var ya! Gezilerde turistik görülecek yerler ve yaşanacak anlar olarak ikiye ayırmak gerekiyor.
Ama burada, Berselona’da her şey düşünülmüş, her görülecek yer planlanmış olması içimdeki merak etme arzusunu ve bilinmeyeni çözme isteğimi öldürüyor, kurmaya çalıştığım hayalleri bozuyordu.
Bir savaşta, düşmanın büyüklüğünü ve gücünü tartmak için her kumandan öncü birlikler yollarmış. Elimdeki haritaların netliği, tüm yön oklarının varlığı, her durakta, içinde gezilecek turistik yerleri gösterilmiş Barcelona haritası bulunan “Şimdi buradasınız" panoları, aynı savaş alanına öncü birliklerini göndermiş ve düşmanını çözmüş, düşman askerler karşısında güvenle savaşan kumandan edasındayım.
Güvendeyim. Emin adımlarla geziniyorum ama bir yerde bir yanlış, içimden çıkıp gitmek isteyen bir duygu olduğunu hissediyorsam da hala ne olduğunu anlayamamıştım ama Barselona belediyesinin arsızca yaptığı tanıtımlara ve haritalarıma güveniyordum.
Katalunya meydanı İstanbul’un Sultan Ahmet Meydanı gibi büyük ve birçok olguyu algılayabileceğimiz şehrin ana meydanlarından birisi. Buradan geçen, her turist şehrinde bulunan tur otobüsleri ilk tercihim oluyor. Hadi bakalım deyip, Jane ile otobüse atlıyoruz.
Barselona’yı gezen birkaç farklı renkte tur otobüsü var. Ben Gaudi’nin en çok eserlerinin görüldüğü Kırmızı hattı seçiyorum. Tur otobüsünde haritam elimde, Gaudi’nin sokaklara yansımış eserlerinin yanından geçip gidiyoruz. Ancak duyguların geçişini engelleyen tur otobüsünün camı arkasından Barselona’yı biraz buruk seyrediyorum.
İspanyolların iddiası; dünyada beş yüz milyon kişi ana lisan olarak İspanyolca konuşuyor, diğerleri de İngilizce öğrenmeye çalışıyor, diyorlar. Haklılar! Ben, başlayalı 12 sene olmuş ve hala İngilizce öğrenmeye çalışıyorum!
Şehir ufaktı da, bu İspanyolca konuşan beş yüz milyonun bir kısmı kopup Barselona’ya gelmiş ve bir şeyler yaratmıştı bu şehirde. Tüm bu yaratılanlara Gaudi’de hayallerini ekleyince, başka bir dünya, başka bir şehir çıkıyor karşımıza.
La Pedrera - La Casa Mila, modernliğin yapılarda ulaştığı en son noktayı gösteriyor. İçime sindiremediğim ise benim adıma yapılacakların, görüleceklerin sıralanmış, planlanmış, geçilecek yolların hatlarda çizilmiş ve karar verilmiş olmasıydı. Eserlerine bakarken sadece akan bir trafik hızında onları görüyor olmam, önünde geçirilecek vakti değiştiremiyor olmamdan biraz rahatsızdım. Onlara dokunma hakkım olmadığı gibi bir de beş bin peseta vermiştim.
Ortaokul imtihanlarına hazırlanırken, matematik hocam söylemişti...
“Akıllısın ama sabırsızsın.”
“Akıllısını” beğenmiştim de “Sabırsızı” içime sindirememiştim.
Akıllıydım ama sabırsızdım ya, etraftaki anıtları camekân arkasından seyretmeye daha çok dayanamayıp kendimi otobüsten sokaklara atıyorum.
Jane arkamdan bağırıyor.“Nereye gidiyorsun? Beklesene beni…”
“Gaudi’ye... Hadi gel!”
5.000 peseta boşa gidiyor. Başlıyorum sokakta Gaudi’nin eserlerine dokunarak yürümeye. Her birini bir sağdan bir soldan bakıyorum. Her biri garip, her biri ışıl ışıl. Hani bu yaşa kadar yaşadığımız ülkenin kısıtlı görüşünde öğrendiğimize göre tek düze değil! Çirkin, Hatta bazılarına göre tu-ka-ka…
Gaudi, ne kadar kendini Katalunyalı gerçek İspanyol diye dünyaya tanıtmaya çalıştıysa da, on ikinci yüzyılda dünyanın sonuna ulaşan Emeviler, Cebeli-Tarık'ı aşıp İspanyol topraklarına adım attıklarında kısa bir süre sonra hani Barselona’ya gelememişler ama kolaylıkla, Madrid'e, Toledo'ya kadar ilerlemişler.
İber yarım adasının güney bölgesi olan Algeciras Düklüğü varmış. Bölgedeki etkinliği ve mücadelesi, hükümdarlığını sürdürmenin yanı sıra dünyaya kızını tanıtmak ve ona iyi eş olarak zengin ve soylu bir prens bularak Düklüğünün devamını sağlamakmış.
Ancak, Emevilerin, saldırıları ile hüküm sürdüğü topraklarını koruyamayınca aile şerefinin kirlendiğini düşünüp, ahalisi savaşıp ölmesin diye kapılarını Emevilere açmak ve topraklarını teslim etmek zorunda kalmış. Bu yüzden Emeviler, hiç savaşmadan rahatlıkla Katalunya kapılarına kadar gelebilmişler.
Kızını da Emevilere vermek yerine aile şeriflerini kurtarmayı, ailecek intiharı seçerek yapmışlar. Namus ve şerefin, kan ile temizlenebileceğini ancak on ikinci yüzyılda biliyormuş insanoğlu…
Emeviler, altı yüzyıla yakın kaldıkları bu topraklarda Sevilla’da, Granada’da, Cordoba’da yarattıkları, bizler için hayal denebilecek kadar muhteşem saraylar olsa da, şimdi içinde yaşayan olmayınca soğuk kalker duvarlı yapılar şeklindeler.
Emeviler, İspanyanın Madrid’in güneyine, Endülüs olarak tanımlanan yöreye yerleşmiş. Bu bölgede, o zamana kadar Katolikliğin etkisinde Tanrı, Kutsal oğul İsa ve Havarilerin resimleri ile doldurulmuş kiliseler, yerlerini doğanın yeşili, denizin mavisi, güneşin sarısı ve Arap kültürünün beyazı ile harmanlanınca ortaya çıkan rengârenk mozaikli yapılara bırakmış.
Bugün tüm Endülüs’te Emevilerin bu renkli akımlarının etkisini fark edilir. Komşu ülke Katolik Fransızların ruhsuz yapılarından ne kadar farklı olduğu görülebilir.
Hani her ikisinin de tadı farklı ve lezzeti ayrıdır ama İspanyolların yaşam ve bina tarzları ne kadar frambuazlı, çikolatalı pasta ise, Fransızların ki de o kadar zırt, Normandia usulü fırında üstü yanmış elma turtasından bir farkı olmadığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz.
Bence Gaudi bir şehir yaratırken, esasen, insanoğlunun karmaşık ama renkli iç ruh âlemi ile belki de Emevilerin vurdumduymaz gibi görünen eğlenmeyi seven kültürleri, Gaudi'ye esen kaynağı olmuş ve onu yaşadığı bu toplum yaratmış.
Jane, güzel bir kadındı. Alımını sadece ben değil sokakta yürürken yanımızdan geçen İspanyol erkekleri bile fark ediyordu Ama Jane sıkılmıştı artık… Çektiğim fotoğraflar da yaşadıklarımda da yoktu ya. “Benimle ile ilgilenmiyorsun” havasını kelimelerle ifade etmek yerine kendini tatmin etmeyi seçerek, bir dükkâna dalıyor ve kendine iç çamaşır bakmaya başlıyor.
Gaudi'de, Catalunyalı’yım dese de, tüm coğrafyadan esinlenerek yarattığı şehir ve eserler, Katoliklerin köşeli romantizmden çok sıkıldığı belli edercesine, renkli bir modernizim anlayışında. Sanki şehir, şehir değil de bir çocuk bahçesi gibi eğri büğrü binalar, bir birine sarılmış tanrılar, botanik bahçesindeki güller gibi rengârenk, ışıl ışıl Havariler çevreye serpiştirilmişler.
Bir Zenci ile Bir Arap yıllarca, yalnız yaşarlarken kendi kendilerine bakıp özel olduklarını düşünürlermişler de karşılarına bir beyaz çıkınca, her durumda kendini üstün ırk sanan beyazın davranışlarından dolayı kendi özelliklerinin bir anlamı kalmamış ya, Zenciye’de Arap’a da durup dururken kendilerinin de özel olduğunu kanıtlamak için uğraş vermek kalmış.
Herhalde kare ile dairenin hikâyesi de, Gaudi'nin eserleri karşısında pek farklı değildir. Yüzyıllar boyunca en etkin varlık olan kare ile daire, Gaudi’nin eserleri karşısında kesin anlamsızlık hissetmişlerdir.
Gaudi, küp ve küreyi harmanlayıp, şekilsizliği, yarattığında, yüzyılların Katolik kökenli gotik sanatının tüm ana hatlarını yok edip, köşeleri yuvarlayıp, İsa'yı aşka kurban edip, kiliseleri bir birini seven, sevgiyi gösteren insanoğulları ile donatıp, Tanrıya, İsa’ya tapanlar yerine, Sevgiye tapanları yaratıp, Tanrıya ağlayacaklarına insanı kendisine ağlamasını sağlayıp tüm bunları binalarında, bahçelerinde ve tabili Sagrada Famillia’nın da içinde bulunduğu bir oyuncak şehirde, bir hayal dünyasında yaratmış.
Sokaklarda dolana dolana biraz uzun bir yürüyüş ile Gaudi’nin parkına varıyoruz. Yorulmuştuk ama Barselona’yı daha iyi gözlemlemiştik.
Jane önce sabah serinliğinde üzerine aldığı şalı çıkardı. Güneş tanrısının istekleri bitmiyor, üzerinden terlerini akıtıyordu. Parkın girişine konmuş çeşmeden fırlayan, rüzgârın etkisi ile ortalığa savrulan su zerrecikleri bile onu serinletmeye yetmiyordu. Bakmadı bile bana. Hızlıca üzerindeki tişörtünü çıkardı. Tarının yarattığı terler ile karışmış tuz zerrecikleri boynunda ve omuzlarında pırıl pırıl parlıyordu. Çeşmenin kenarında oturduğu taşın üzerinde geriye doğru yaslanıp saçlarını özgürce arkaya bıraktığında, tuz pırıltılarını sıyırarak akıp geçen terler yerde koyu lekeler bırakırken, teninde kalan yakamozlar vücudunu aydınlatıyor, ışıltılar bazen büyüyor, bazen ufalıyordu.
Ben, şişkin göğüslerini kaplayan biraz önce girdiği mağazadan yeni aldığı sutyenine takılmış gözlerimi odaklandığım noktadan ayıramamışken, pürüzsüz yüzünde ki gülümseme, aniden patlak veren bir fırtınada havanın kararması gibi değişti, ardından şiddetli dalgalar haline dönüştü. Önce nereden geldiğini anlayamadığım hırıltılar, kırmızı dudaklarından çıkarken Jane, kendisini durduramadan duygularını insafsızca haykırmaya başladı.
“Sıcak! Çok sıcak ve sıkıldım...”
Git gide Gaudi’yi daha iyi anlamaya başladığımı hissediyorum.
Onlarca pırıl pırıl balkonlu evlerini, cinselliği sembolize edip, heykelleştirdiği eserlerini, daha içten görebiliyorum. Yaşlı kurt Gaudi, Katolik Kilisesinin düz ve idealize insan göstergelerinden sıkılmış olmalı ki, geniş kalçalı, koca göğüslü, iri dudaklı İspanyol kadının hırçınlığını, bir binaya, bir balkona, bir pencerenin demir pervazlarına yansıtmış.
Gaud’nin parkında gezinirken gözlerimiz renk cümbüşlerine daha da alışıyor. Dünyada üç ana renk var derler de, ardından eklerler. Gökkuşağında 7 renk vardır diye. Herhalde Katalunyalılar bunu duymamışlar ya da bunu söyleyenler Katalunya'yı görememişler. İsa'nın 12 havarisi ile yediği son yemeğini ya da onun çarmığa gerilişini, çarmıktan indirilişini anlatan birçok Katolik tasvir gördüm de bu sahneleri, doğanın tüm renklerinin karıştırıldığı ve insanı daha da günahkarlaştıran bir düzen içinde sunulduğunu görmemiştim.
Melekler, havariler, rahipler hepsi işlemeli kaftanlarını giymişler ve dinin korkutucu tarafını tırpanlayıp yok etmişler. Yaşamda sevgi var dercesine her biri gülümseyerek bizlere bakıyor.
İçimden bir ses yayılıp birden etrafı kaplıyor.
“Ben Tarıyım. Ben Güneş Tanrısıyım. Dünyanın renkleri, yedi de olsa üç renk de olsa hepsi benden doğma çocuklardır. Bana ulaştığında, gerçek renkleri göreceksin.”
Ara sokaklarında kaybolduğum Barselona'da, Güneş, tüm insanlığa gösterdiği yönetme ve yön verme arzusunu, bir insan olarak bana da hissettiriyor. Gözlerime hükmedip onu izlememi istediğinde daracık sokakların içinde kaybolmadan onun ışıltılarını izleyerek ilerliyorum. Binaların tepesinden yaydığı parıltısına baka baka, güneş batmak üzereyken Les Rambles caddesinin sonunda Akdeniz’e bakan kıyısında Colomb meydana çıkıyorum.
Meydanda Colomb, 60 metrelik bir sütünün üzerinde beni karşılıyor. Gözlerini kısmış, sağ elini denize doğru uzatıp gelecek günlerin hedefini, kendini daha aydınlatan Batıyı gösteriyordu.
Peki Colomb. Yarın gidiyorum. Batıya, daha batıya, Sevilla'ya gidiyorum.
Ağustos 2000