Yolculuk hazırlıkları
Sormak lazım her gün, bugün ne yaptık, diye...
Bugüne kadar hep bana söyleneni yapmaya çalışsam da, hep planlı olmaya çabalasam da, planlanamaz yaşantım bu yolculuklarla öz deşiyordu.
Sanki çevremde beni tanıyanların olmaması, kendimi başkalarından önce gözleme olanağı yaratıyor, kendimi tanıdıkça gezilerime kattığım anlamı doğruluyordu.
Fotoğraf makineme almayı düşündüğüm yedek pilleri de unuttuğumu hatırlayınca, "Ha işte, gene oldu!" demiş, o anda “ben” olduğumu hissetmiş, içimi bir huzur kaplamamıştı. Ben yine, beni yaşamaya başlamamıştım.
Bazen hayatta gösterdiğim tüm aykırı tepkilerim bu güçlüğü karşı mı, diye sorguluyorum kendimi. Düzenli gitmesi gereken ve giden hayatta, yorulmadan geçen günlere sık sık alternatif yaşamlar mı oluşturuyordum?
Telefonun diğer ucundaki annem kısa bir sessizliğin ardında, “Bu sefer nereye gidiyorsun?” dedi çekinerek.
Merdivenlerden yavaş yavaş inerken sırt çantam, sırtıma yapışmış, olması gereken yere oturmuştu. Kapıdan çıkarken ahmakıslatandan biraz daha kuvvetli bir yaz yağmur ile karşılaşmıştım.
Belki de hayatım, bazı alışkanlıklarımın tekrarında başka bir şey değildi. Belki de boş yere arıyorum farklılıkları, yenilikleri. Her durumda gene de “benim” yaşantım demekten keyif alıyor, yolda olmanın, boşlukta bulunmanın sarhoşluğunu içimde hissediyorum.
Nafile! Liste görünmüyordu. Görüntü hala fulüydü ama listenin yanında müdürünün silueti yavaş yavaş netleşerek ortaya çıkıyordu.
Göz bebekleri büyüyor kızın. Yüz derisi gerginleşince birden geriye dönüyor. Bu esnada önlüğü dolabın açık kapağına takılınca sendeliyor. Hızlıca geriye gidip, arka tezgâhın üzerindeki kâğıtları, birbiri ardına düzenlediği dosyayı eline alıp, ön tezgâhın altına, benim göremeyeceğim bir yere koyuyor.
Hani bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır derler ya, iste bu da böyle bir şey. Kırk yıl unutulmayacak! Bir kahve iki milyon da. Neye karşılık?
Kahvemi bitirip bilet ve koltuk kontrolü yapmak için sıraya giriyorum. Önümde şık kıyafetli bayanlar ve ütülü pantolonlu beyler var. Birkaç çocuk sakin bir şekilde ebeveynleri yanında ama hepsinin dikdörtgen ve renkli bavulları ile sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar.
Ecdadımın hep batıya gelmesi, bir büyüme isteği, bir gelişmenin adımı mı, yoksa her birimiz güneşe karşı dönen, sadece sapı kurumasın diye koca kafası ile gövdesini güneşe karşı gölge eden Ayçiçeğinden farklı değil miyiz?
Eğer yaşam bir tekrar ise, bu sefer ben, atalarımı tekrar ediyor, Batıya, Avrupa'nın batısına, Afrika’nın batısına Emevilerin yaşam merkezine, kısacası Güneş’e doğru gidiyorum.
Sormak lazım her gün, bugün ne yaptık, diye...
Her yolculuk öncesi yüreğim de bir sıkışma, midemde bir kasılma olur, içim içime sığmaz da yaşayacaklarımın heyecanıyla endişelenirim.
Tanıdık, bildik bir ilişkiye bir kere daha “Merhaba” demenin heyecanıdır bu. Çoktandır görmediğim Sevgilimin, son ayrılışımızdan bu yana bana gönderdiği kokulu mektuplarının içimde yarattığı özlem duygusunu bastırmaktan biraz yorulmuş, biraz da beni kabul edip etmeyeceğinin endişesinde sıkıntılı bir halde olurum
Evet, tüm sıkıntım bu! Sevgilime, bilinmeze doğru atacağım adımlar, onu tanıma isteği beni benden koparmaktadır.
Kendisini özlemiştim. Ona sunmak istediğim hayallerimde yaşıyorum da kimsin sen diye düşlediğimde cevaben “Yolculuk” diyorum.
Yolculuk, hep bir boşluk içinde yaşamaktan öte değil midir? Sadece yeni yerler görmek, başkaları ile tanışmak, konuşmak ve kendi istediklerimizi özgürce yaşamaktan bir adım ilerisi, biraz da kendi hayal dünyamızı yaratmak değil midir?
Her yolculuktan bir öğreti ile döner, büyüyen bir çocuk gibi yeni ve karmaşık duygular edinirim. Bu seyahat planım da kalbimin atışını hızlandırmış, kendimi biraz kaybetmiştim. Eh, heyecanım da gerçekleri unutmama neden olunca yola çıkmama birkaç saat kalmış olmasına rağmen, hala fotoğraf makinemin filmleri eksik, sırt çantam tam değildi. Gene son güne kalmıştı her şey…
Son alışverişlerimi yapmak için hızlıca arabama atlıyorum. Trafik sıkışıktı. Çoktandır İstanbul’da araba kullanmıyordum. Bu sıkıntı yetmezmiş gibi son haftanın sıcaklığı içimdeki sıkıntıyı biraz daha arttırıyordu.
Normal zamanda toptan alışverişin ucuzluğunda Eminönü’nden üç kuruşa aldığım film ve pilleri, beş kuruşa Ataköy’den bir mağazadan aldığım da gelecek günlerde olası bütçe sorunlarımı çok göz ardı etmemem gerektiğini kendime hatırlatıyorum. Eve dönüp alel acele sırt çantama birkaç iç çamaşır koyup, tişörtlerimi sıkıştırıp, Anneme telefon açıyorum.
“Karar verdim anne. Ben gidiyorum…”
Kadıncağızın sessizliği birkaç saniye sürüyor. “Nereye?” dememesini gerektiğini öğrenmişti ama gene de dayanamıyor, artık sorusunun başına beni destekleyici kelimeler koyuyordu.
Birkaç yıl önce ki son kaçışımı hatırlayıp tüylerim birden diken diken oldu. “Ben Nepal'e gidiyorum, bir kaç ay sonra yaşıyor olursam umarım dönerim.” demiştim.
Annem güçlüydü. Belki benden de, başka yaşayanlardan da. “…umarım dönerim” den etkilenmişse de bunu bana hissettirmemek için elinden geleni yapmıştı. Şimdi yine aynı halde iç dünyasındaki fırtınaları bana hissettirmemek için duraksıyordu. Gerçi telefonun öbür ucunda yüz mimiklerini görmesem de ruhundaki dalgalanmaları kilometrelerce öteden hissedebiliyordum.
Bilinen yaşam içinde bilinmezi yaratmaya çalışmanın en kolay yolu bu seyahatler oluyordu. Her an bir keşif, her an bir iplik yumağını çözmeye çalışmak, yolculukların vazgeçilmezi oluyordu.
Galiba artık alışmıştı gitmelerime."Bu seferi" kendime bir zafer hediyesi olarak kabul edip, geleceğimi onunla paylaştığımda sessizliğini korumayı yeğledi.
Sıcağın tüm etkinliğinde yağan yağmur, güneş ile karşılıklı meydan muhaberesi yaparken, birkaç tişört ile çıktığım bu yolculukta, uçağa bineceğim için üstüme giydiğim en yeni tişörtümü ve vücudumu ıslatıyordu.
Sıcak ve kurak yerlere, İstanbul’a göre dörtte bir seviyesinde, çok daha az yağış alan bir yöreye gidiyorum ama ne olur ne olmaz diye yanıma aldığım yağmurluğumu, İstanbul’da yağmura yakalanacağımı göz önüne almadığımdan, sırt çantamın en dibine koymuştum. Çıkarmayı düşünüyorum ama sırt çantamı da o kadar güzel yerleştirmiştim ki daha gezinin başında çantayı bozmaya içim elvermiyor. Vaz geçiyorum…
Uçağa ıslak binmemek için, otobüse binme planımı ve bütçe hesabımı biraz daha şaşırtarak bu yağmura daha fazla dayanamayıp bir taksi çeviriyorum.
“Taksi! Yeşilköy lütfen...”
İnsanın yaşı kaç olursa olsun, huyları değişmiyor. 15 sene önce lise çağında iken, sırt çantası ile yaptığımız bir Avrupa gezisi sonrası tercihlerimiz bir ara farklılaşınca Paris’te ayrıldığımız sınıf arkadaşım Sezgin ile 1 hafta sonra İtalya'nın Trieste şehrinde buluşup Türkiye’ye dönecektik. Sonradan öğrendiğime göre o zamanlar, Paris’ten İtalya’ya günde bir defa kalkan treni kaçırmış, gelememişti.
Cebimde İtalya’da 1 gece daha geçirecek para da kalmayınca, eh o zamanlarda cep telefonu da olmadığından, başka planları vardır herhalde gelmeyecek deyip, onu beklememeye ve 48 saat sürecek bir tren yolculuğu ile Türkiye’ye dönmeye karar vermiştim.
Türkiye’den tren ile gelirken de yaşadığımızdan, dönüş yolunda o zamanlar Yugoslavya olan upuzun ülkenin tren ile geçişi 24 saati aştığından, Yugoslavya geçişinde trenden de inmeyeceğim için ve istasyonlarda yiyecek bir şeyler bulunmadığından, aç kalmamak için yiyecek stoku yapmam gerekmişti.
Trieste garı yanındaki markete son kez uğramış, iki paket sigara, üç-dört kutu konserve, bir litre süt ve iki ekmek aldığımda, avucumda kalan bir kaç yüz Liret huzurumu bozmuş olacak ki, tümü ile markette bulunan paramı bitirecek kadar ıvır zıvırı alıp trene son anda yetiştiğimde içim rahatlamıştı.
İtalya'ya ait her şeyi orada bırakmış, herhangi bir şeyine sahip olmamanın verdiği rahatlıkla Türkiye'ye dönmüştüm. Dönerken de, döndüğümde de artık bir tek yaşadıklarımın anıları vardı.
Şimdi de Türkiye'den ayrılıyorum ya... Cebimdeki tüm Liraları o zaman yaptığım gibi benzer ıvır zıvır ürünlere çevirip kalan iki buçuk milyon ile taksiye atladığımda kendimi, kendimle konuşurken, “Umarım bu yolculukta Fransız Frangına çevirdiğim param yeter!” derken yakalıyorum.
Havaalanının girişinde taksiden iniyor, yüksek camekânlı kapılardan ve polis kontrolünden rahatlıkla geçip içeri giriyorum.
Yoldaki yaşamın güzel taraflarından biri de, yolcularla, yolculara yardımcı olanlarla birlikte olmaktı. Herkesin yolda olması için bir başka nedeni vardır. Kimi kavuşmanın, kimi ayrılığın, kimi para kazanmanın sorunluluklarını sırtlamışlardı.
Yeni bir kafeterya açılmış Atatürk havaalanına. Self servis kahve almak için girdiğim kuyrukta, tezgâh etrafına konan reklam panolarının üzerindeki bilgilere gözüm takılıyor. Dünyanın dört bir yanını gezen ekipleri varmış. Tek hedefleri, en güzel dünya kahvelerini bizlere sunmakmış. Gelişen dünyanın reklam anlayışında huzur içinde kahve mekânları yaratmak için Atatürk Havaalanında kendilerine bir köşe kapmışlar.
Ortamın albenisine kapılıp bir kahve içmeye karar veriyorum. Sıra bana gelince,“Bir Neskafe!” dememe çok bozuluyor genç kasiyer kız.
“-Size… Eh... Çeşitli kahvelerimizden verebilirim. Biz kahveciyiz...”diye duraksayarak başladığı cümlesini havada asılı kalmış bir halde bitiriyor.
İddialı başladığı cümlelerine, benim kendilerini tanımayıp firmasının adını bilmiyor olmamı ve o bilgisizlikle Neskafe istememi hatırlatırcasına, kasiyer kızda sattıkları kahve çeşitlerinin adlarını hatırlayamıyor.
Birden göz göze geliyoruz. Önce gözlerini benden kaçırıp, kaşlarını doğru yukarı çeviriyor, ardından da farkında olmadan kafasının sağ üst tarafına kaydırıyor. Kasiyer kız, şirket içi eğitimlerde okuduğu listeyi, geçmişimizi bize hatırlatan bilgilerin tutulduğu beyninin sağ tarafında bulmaya çalışıyorsa da liste gözünün önüne gelmiyor ya da puslu geliyordu.
Gözlerini bir açıp kapıyor, kafasını hafiften sallayıp beynine bir kere daha ara komutu veriyor.
“Ezberlemelisin! Anlatmalısın! Bunun için bu güzel eşyaların içinde, bu lüks havaalanında iş buldun. İyi kıyafetler giymenin nedeni bu iş! Sana bu yüzden para veriyoruz…”
Ben ise tezgâhın dışında taksi şoförünün verdiği bozuk paraları elimde tutuyor, olası bir kahvenin kaç para olabileceğini anlamak için etraftaki panolarda fiyat listesi var mı diye göz gezdiriyorum. Kasiyer kız, vücudu bana dönük gözleri tezgâhın altına kaymış halde konuşmaya başlıyor.
“-Jamaika'nın... Hawaii'nin..., …, kokulu, güzel,…”
Kelimeler ağının içinde yuvarlanıyor, tatlarını bilmediği kahve çeşitlerinin isimleri diline dolanıyor, dili beyniyle çatışıyordu. Galiba birden aklına Müdürü geldi, bir de eve götüreceği maaşı. Duraksadığı yerden hızlıca devam edip cümlesini tamamladı.
-Size Jamaika'dan gelen kakao karışımlı yörenin çeşitli aromalı bitkileri ile terbiye edilmiş Jamakoko’yu tavsiye derim. En güzelidir...”
Hepsini öyle hızlı söyledi ki son nefesini harcamış, artık yapacak bir şeyi kalmamış bir halde yüzüme yalvarırcasına “Ne olur kabul et!” dercesine bakıyordu. Sadece bir fincan siyah kahve içmek istediğimi, detaylara takılmak istemediğimi ne verse içeceğimi anlayamıyordu. Hala Müdürünü, bir de eve götüreceği maaşını düşünüyordu.
“Kabul, bir tane lütfen.”dediğimde, tüm kaslarını serbest bırakmış, balkondan atılan lastik bir top gibi zıplaya zıplaya bir kasadaki tuşlara basıyor, bir kahve makinesine koşturuyor, bir eli ile tepsiyi hazırlıyor, diğeri ile peçeteyi ve fincan altlığını tepsiye koyuyordu.
Hepsini bu kadar çabuk gerçekleştirmesi beni korkuyor. Ben, bazı şeyler hemen sonlanmasın ve azıcıkta sohbet kâr olsun ki hayatımız da anlatılacak, paylaşılacak anlar olsun diye bir seyahate çıkmış, hiçbir şey için acele etmek istemezken, kasiyerin kahvemi bir an önce verecek olmasını hazmetmeye çalışıyorum.
Aynı anda elimdeki bozukluklara bakıp kızın heyecanına karşılık veremeyeceğimi düşünüyorum. Biraz önce aldığım ıvır zıvırları hatırlayıp cebimdeki nakit bozuk Liralar yetmeyebilirdi.
Kız, üzerinden buhar çıkan kahve bardağını koyduğu tepsiyi uzatırken sıra bana geliyor. Siparişimi verdikten birkaç saniye içinde, sevdiğim için istediğimi zannettiği kahveyi bir tepsi içinde sunmuş ve görevini yapmış olmanın mutluluğu ile gülümseyerek tahmin etmek istemediğim şeyi istiyor.
“İki milyon lütfen.”
Havaalanın güneş göremeyen, klimalar ile dışarından oksijen püskürtülen bir mekânda yaşayan Sevgili Müdüre ve bana bu geziyi, çalışmalarımın karşılığında verdiği maaşlar ile finanse eden sevgili patronuma bir teşekkür edip yanımda Türk Lirası olmadığı için kredi kartımı uzatıyorum.
Kahvemi alırken bir kahve için yüksek ancak banka kartı ile ödeme adına düşük bir para için kredi kartımı uzattığımda kasiyer kız hiç bozulmamıştı. Bankam, bu alışverişten alacağı yüzde ile Müdür alacağı ciro primi ile kasiyer kız da bir kahve daha satmış ve sistem içinde kendine edindiği yeri hak etmiş olmanın memnuniyeti ile ben ise bu yaşadıklarımı gözlemlemenin bedeline karşılık, “Bir kahve lütfen!”, “ İki milyon lütfen...” cümlelerini beynimde dolandırıp ödemeyi yapıyorum.
Sırtımda ki sırt çantasını yere atmış, önümdeki gruplar ilerledikçe bende çantamı ayağım ile ittirerek ilerliyorum.
Sırt çantası ile uçak bana hep bir birlerini pek kabul edemeyen uzak ilişkiler içindeki iki sevgili gibi gelmiştir. Gelişmişliğin tüm ayrıntılarının yansıtıldığı havaalanına geldiğimde toplumun kurallarına göre tatlı bir örtü ile örtülmüş vücudum hala bana ait değildi. Ben, hala ben değildim.
Biletimi onaylatıp koltuk numaramı ayaklarımı ara sıra dışarı da uzatırım diye koridordan seçip uçağa yönleniyorum.
Uçak yolculuklarının bir güzel tarafı da başkaları pek beğenmese de bence yemekleri. Hiçbir özelliği olmuyor gibi görünseler de bana dağlarda yaşadıklarımı ve yediklerimi anımsatıyor. Poşetlere sokulmuş küçük çatal, bıçak, kaşık takımı ve soslar, yer tutmasın diye üç, beş tanecik karabiber, tuz, bir zeytin, bir peynirden oluşmuş aperatifler, ufacık şişelerde şaraplar ve kolalar.
Hep bir yer sorunu var bu dünyada. Sığamıyoruz yeryüzüne ya da bulunduğumuz yere…
9 ayda büyüdüğümüz için ana rahmine sığamadığımızdan çıktığımız gibi, şişeler uçaklara, insanlar evlere, evler şehirlere, ruhumuz içimize sığmıyor hep taşıyor. Her biri bir yerlere gitmeye çalışıyor…
Çevremizde hep bir büyüme, hep bir gelişme isteği var deniyor da, tekrarlarla dolu hayat çizgilerimize baktığımız da “Benim göç eden atalarımdan ne farkım var?” diye kendime sormadan edemiyorum. Ya da taşradan büyük şehre göçmüş büyükbabamdan, ya da İspanyadan yenidünya ülkelerine giden Colomb' dan ne farkım var?
Yoksa biz de güneşe yönelirken, tek isteğimiz, benliğimizi biraz daha fazla uzun süreli canlı tutmak mı?
Güneş hep bizi kendisine çektiğinden biraz daha fazla yaşamak adına çıktığımız Asya'dan, gölleri, dağları aşıp okyanusları geçip hep onun peşi sıra gidiyoruz.
Bunların hepsi, hiç bir zaman değişmeyecek bir sonu zevkli kılmak değilse nedir ki?
Belki de yaşam, sadece bir aynılığın, bir benzerliğin farklı yaşanması, bir yolcunun, bir hancıya, aynı hancının da o yolcuya selamı kadar sade ve basit olmasıdır!
Ağustos 2000