Balkanların Kudusü Saraybosna'da bitmeyen savaş
Bu sefer yola çıkarken, bu yolculuk biraz daha meşakkatli olacak gibiydi. Bu gezimizde kullanacağımız yerel taşıma araçlarının sayısı hem daha fazla hem de Avrupa standartlarının biraz altında olacağını bilerek bir seyahat planı hazırlamıştık.
Önümüzde, eskilerde Yugoslavya olarak devasal tek bir ülke olmasına karşın 92 savaşında birbirlerinden kanlı bir şekilde ayrılmış birbirine yakın 4 ülkeyi kapsayacak zorlu gezi parkurumuz vardı. Geçen seneler de bavullarımızın yarısını dolduran İklim’in bezleri de olmayınca, bir de soğuk Kuzey ülkeleri yerine, sıcak Adriyatik sahillerini tercih ettiğimizden, katlanınca cebe sığabilecek kıyafetler sayesinde bir valiz eksiltmiş, bir adet 40 litrelik sırt çantası ile bir adet ufak valize tüm eşyaları sığdırabilmiştik.
Önümüzde, eskilerde Yugoslavya olarak devasal tek bir ülke olmasına karşın 92 savaşında birbirlerinden kanlı bir şekilde ayrılmış birbirine yakın 4 ülkeyi kapsayacak zorlu gezi parkurumuz vardı. Geçen seneler de bavullarımızın yarısını dolduran İklim’in bezleri de olmayınca, bir de soğuk Kuzey ülkeleri yerine, sıcak Adriyatik sahillerini tercih ettiğimizden, katlanınca cebe sığabilecek kıyafetler sayesinde bir valiz eksiltmiş, bir adet 40 litrelik sırt çantası ile bir adet ufak valize tüm eşyaları sığdırabilmiştik.
İklim, şimdilik sadece birkaç oyuncağını koymuş olsa da ufak bir çantayı sırtına geçirmişti. Esra da kendine daha yakışır 15 litrelik bir sırt çantası yüklenmişti. Ufaklık artık kendi oyuncaklarını taşıdığından, her gezide farklı olan bu gezimizin maskotu oyuncak Ege Bebeği ve İklim’in diğer ıvır zıvırlarını taşımayacağım için içim rahattı. Ancak İklim’in bebek arabasını ittirme görevi bana ait olduğundan hepimiz kendi sorumluluğumuzda ki eşyaları alarak Bursa’dan yolculuğumuza başlıyoruz.
Atatürk Havalimanından, rahat bir yolcukla, kendi dillerinde “j” bizde ki “y” gibi okunduğundan “Sarajevo” olarak yazılıp “Sarayova” olarak okunan, nedenini bilmediğim bir sebeple biz de “Saraybosna” denen, çok eskilerde (10 yy) Boşnakların ilk liderlerinden biri, kız kardeşini bölgenin Hersek Beyi ile evlendirince akrabalık kurdukları, ancak içten içe birbirlerinden ayrılmak isteyen eski kökenleri sayesinde Hala-Eniştelerin çocukları Hersekliler ile birlikte, 2 ırkın karışık yaşadığı Bosna-Hersek Cumhuriyetinin (Bosna i Hercegovina) etrafı yeşil tepelerle çevrilmiş bölgenin en büyük ovalarından biri üzerine kurulmuş 450.000 nüfuslu Başkentine iniyoruz.
İçim biraz buruk. Yolda okurum diye geçen hafta aldığım, Bosna-Sırp savaşının vahşeti arasında kalmış bir kızın hayatını anlatan Alexandra Cavelius’in son günlerin popüler kitabı “Leyla”yı bir çırpıda okuyup bitirmiştim. Şimdi elimde Ayşe Kulin’in kendi soyunun özgeçmişini de içine sıkıştırmış olduğu, Boşnak ailelerinin kökenlerini ve son 2.000 yılda Bosna’da yaşananların bir özetini aktardığı “Sevdalinka” adlı romanını yarılamış durumdayım. Pasaport kontrolünden, sıra olmasını bilmeyen ya da elde ettiği yeni haklar karşısında biraz şımarık davranmaya çalışan Yeşil Bosna pasaportlu kalabalık bir aileye sıra hakkımızı vermemek için didişerek ve gümrük polisinin yanımızdakileri uyarmasıyla sıra önceliğimizi koruyarak geçiyor, biraz da yüreğim sıkışmış bir şekilde havaalanının dışına çıkıyoruz.
İçimde ki sıkıntıyı pekiştirmek istercesine, buralar hep böyle dercesine nemli ve ağır bir hava, siyah yağmur bulutları eşliğinde tüm şehri ve tepeleri kaplamıştı.
Bu tür gezilerin en temel kuralı olan taksi kullanmadan, halkın kullandığı yerel taşıma araçlarıyla şehre ulaşma arzumuzu burada da gerçekleştirmek istiyoruz. İnternetten bulduğum bir harita, 92 savaşında Sarajevo’yu çevreleyen tepeler üzerine yerleşmiş Sırp milislerin hangi noktalarda ne çeşit savaş araçlarıyla kuşatma yaptığını gösteriyordu. Havaalanın çevresini kaplayan kara bulutların altında, bir yandan elimde ki haritadan etrafımda ki dağları birbiriyle eşleştirmeye, diğer yandan da okuduğum kitapların etkisinden kurtulamadığımdan, hangi Sırp keskin nişancının hangi tepede olabileceğini hayal etmeye çalışıyordum.
36 numaralı otobüs ile önce Nedanci’ye oradan da 3 nolu tramvay ile eski şehrin merkezine gideceğiz. İklim, daha havaalanından çıkmadan arabasında uyudu. Yağmur ha yağdı ya yağacak gibi. Arabasının yağmurluğunu rüzgârı kessin diye üzerine örtüyoruz. Bizim maalesef böyle bir şansımız yok! Montlarımızı koyduğumuz valiz İstanbul’dan Sarajevo’ya gelemeyince elimizde sadece İklim’e, uçakta uyurda üzerine örteriz diye yanımıza aldığımız battaniyesi, bir de bende uçakta üşürüm diye yanıma aldığım uzun kollu bir sweet shortüm var. Esra ise, 40 derecelik İstanbul’dan uçağa cıbıl bindiğinden biraz acınacak haldeydi.
Sanki tüm evren birlik olmuş, Boşnak savaşın da yaşananları bize hissettirmeye çalışıyordu.
Elimde ki Sırp kuşatmasını gösteren haritayı gizleyerek dış kapıda ki polise otobüs durağını soruyorum. Adam kızgın kızgın, “Neden otobüs?” der gibi önce önümüzde duran taksiye bakıp ardından suratını ekşiterek, galiba da tam bilemediğinden, kendisi gibi solgun yüzlü, uzun çeneli, sarıya yakın kumral saçlı arkadaşına bir şeyler söyledi. Sanki taksiye binmeyeceğim ve para harcamayacağım için biraz bozulmuştu.
Yugoslavya zamanında oluşturulmuş katı kurallı polis devletinin yıldırıcı etkisinin ardından, 92 savaşından yeni çıkmış yorgun ve kırgın bir toplumun sert polisinin korku yayan tepkisinden ben de birden çekinmeye başladım. Diğer iri yarı polis, yavaş adımlarla yanımıza gelip ne istersin gibi bir elini bana doğru uzatarak soru sorarken haritadan bir yer sorduğumu zannederek elimdekini çekmeye çalıştı. “Hayır!” diyemedim polis düzenine olan “itaatkâr” alışkanlığımla. Polis elimden çekip aldığı haritayı açınca bir an da doldu kaldı. Bir haritaya bir de bana bakarken suratını biraz daha ekşitti. Adama, Boşnakların yaşadıklarını daha iyi anlamak için hem Leyla’yı hem de Sevdalinka’yı okuyup bu kuşatma haritasıyla da çevreyi algılamak istediğimi anlatacak ne halim, ne de ortak bir dilimiz vardı. Anlamayacağını bile bile İngilizce “36 nolu otobüse nereden binebilirim?” diyip ortamın gerginliğini azaltmaya çalışıyorum. Adam dediklerimin hiç birini anlamadan donuk bir halde hala elimden çekip aldığı haritaya bakıyordu.
Polis, 35-40’ındaydı. İçe göçük yanaklarından sarkan uzun çenesi ve az çıkmış sakalları yanı sıra, savaştan 16 sene sonra bile hala zayıf hali, savaş zamanında, 20’li yaşlarında ki bıçkın ama sıska delikanlı halini andırıyor gibiydi. Ben en azından otobüs kelimesinde ki “büs”’ün her dilde anlaşılacağını umarak, “Büs, büs… Otobüs.” diye birkaç tekrar yaptım. Polis, gençlik yıllarında Sırplara karşı savaştığı Sarajevo tepelerine yerleşmiş Sırp zırhlılarını ve sniperlarını gösteren temsili harita karşısında eski anıları birden canlanmış olacak ki benim turist olmama aldırmadan havaalanının dışındaki evleri göstererek biraz kızgın biraz da hoyratça “Orada” dedi. Yaptığımın bir densizlik olduğunu fark ederek, ağzımın payını almış bir şekilde yarım yamalak teşekkür edip, arkamıza dahi bakmadan tek katlı köy evlerinin olduğu havaalanın dışına yöneliyoruz.
Puslu havada, sırtımızda bir polar battaniye ile yavaş yavaş havaalanının dışına doğru yürürken, dikkatlice bakıldığı da çevredeki tepeleri kaplamış sık ağaçların arasına saklanmış keskin Sırp nişancıları görecekmişim gibi tedirgin bir halde kafamı bir o yana bir bu yana çeviriyorum. Havaalanı içinde yeni yapılmış sıcak asfalt yerini, boyaları dökülmeye başlamış giriş kapısının orada, yola atılmış çakılların tam kaynaşmadığı soğuk asfalta ve kaldırımı olmayan bir köy yoluna bırakıyordu. Biraz şaşırsak da okuduklarımızdan elde ettiğimiz bilgilerle 15 sene önce 1.425 günle, dünya tarihinin en uzun kuşatması altında yaşam savaşı veren Sarajevo’ya doğru gidiyorduk.
Sarajevo havaalanı, şehrin 20 km dışında Ilıca bölgesinde. Ve gezi alışkanlıklarımıza göre uzak denmeyecek bir yerde. Ancak bu havaalanı, bir oda bir sofa kadar ufak ve biraz da bakımsız olsa da, Boşnak halkının çoğunluğunun kullanımına girmeyecek kadar lüks ve uzak olduğundan buralara etkin bir taşıma aracının olmadığını kısa zaman da kavrıyoruz. Ahmakıslatandan daha az ama serin bir havada, havaalanından bizimle birlikte çıkan, yolcundan çok bir çalışana benzeyen başka bir otobüs yolcusuyla 15 dakikadır durakta bekliyoruz.
Bir ara gözümüz karşımızda duran tabelaya takılıyor. Sol tarafımızda, 600 metre ileride 92-95 yılları arasında, Sarejevo halkına hayat hakkı veren, ilaç, silah ve çeşitli yaşam malzemelerinin geçişinin sağlandığı havaalanın altına 1, 60 metre yükseklikte 800 metre uzunlukta kazılan (http://en.wikipedia.org/wiki/Sarajevo_Tunnel) “Umut Tüneline” gitsek mi diye konuşuyoruz. Sonra daha fazla savaş rüzgârları hissetmemek için tünele girmemeğe karar veriyoruz. Zamanında evinin altından bir kaçış tüneli yapılması için evini Boşnak mücahitlerine veren yaşlı teyzenin yaşadığı acıları görmek, hala orada yaşadığı evde onun suratına karşı vah vah çekerek Bosnalılara acıyıp, ardından bir tatil yapmaya çalışmak, gülmek istemek, para harcamaya çalışmak biraz iki yüzlülük gibi geldi bize. Zira savaşı unutmamak ve unutturmamak adına yapılan bu tür girişimlerin dünya tarihine bakıldığında her 50 yılda bir alevlenen savaşları okuduğumuzda pek de bir işe yaramadığını görebiliyorduk. Yaşamı kaldığı yerden yakalamak için yönümüzü şehrin merkezine çeviriyoruz. Yaşadıkları acıları, daha indiğimiz andan itibaren her yerde hissettiğimiz bu savaş artığı şehrinde bekli de gerçek müze olan sokaklarda nefes almak istiyorduk.
Havaalanının önünden geçen 36 numaralı otobüsü, bir kaldırımı olmayan, çakıl taşlar arasından çıkmaya çalışırken ezilmiş otların oluşturduğu bir noktaya dikilen bir direk üzerine eğrelti asılmış, uzun süredir boyanmadığı için boyaları döküldüğünden pas tutmaya başlamış, “Aerodrom (havaalanı)” yazısı sayesinde durak olduğu anlaşılabilinen bir yerde bekliyorduk. Ve yanımızda, içinde gazete kâğıdına sarılmış ufak bir paketle pörsümüş örme filesini, kırış kırış olmuş elleriyle tutarak iki büklüm otobüs bekleyen yaşı 60’lere ulaşmamış ama ruhu 80’leri çoktan aşmış, önden tüm saçları görülecek şekilde anneannem usulü başı örtülü, kısa ama kalın siyah yün örme hırkalı, kahverengi eteği altında şişkin bacaklarına geçirdiği krem rengi kalın varis çoraplarının altına giydiği siyah ayakkabılarıyla Boşnak Hanım belki de gerçek bir müzeydi.
Durakta daha fazla bekleyemedik. Üşüdük. Kıyafetlerimiz İstanbul’daydı hâlâ. Ve en erken yarın ki uçakla gelecekti. Belki de savaş zamanında, yiyecek yemeği olmadığı için aç, yakacak odunu olmadığı için ıslak bir yaşam geçirmiş ya da ayaklarına giyecek bir şeyi olmadığı için belki çıplak ayak gezindiğinden soğuğa karşı alışkanlık kazanmış, belki de ailesinden bir kaçını böyle serin bir yaz günü değil de, soğuk bir kış gününde kar altındaki Sarojevo sokaklarında, keskin nişancı bir Sırp’ın soğuk tüfeğinden çıkan kurşunlarla kaybetmiş uzaklara tepkisiz bakan yanımızda ki kadından utanarak savaşın hiçbir yere uğramamasını dileyerek, durak levhasının biraz ilerisinde duran taksiye yöneliyorum. Taksi şoförü, herhalde otobüsün daha gelmeyeceğini bildiğinden, avucunun içine sıkıştırdığı ufacık el radyosunu kulağına dayamış “Sevdalinka” nameleri dinliyordu. Benim arkadan yaklaştığımı dikiz aynasından görmesine rağmen, avını bir ağaç tepesine tünemiş acelesi olmayan bir atmaca gibi, jant kapakları olmayan kırık dökük, paslı arabası içinde kaykıldığı koltuğundan hiç kımıldamadan bekliyordu.
Kısa bir pazarlığın ardından şu anda imkânlarımız olduğu için Allah’a şükrederek taksiye binmeye karar veriyoruz. Benden birkaç yaş büyük olduğunu tahmin ettiğim ruhu yaşlı Hanım’a bizimle gelmesi için o kadar ısrar etmemize rağmen arabaya binmeyi kabul ettiremedik. Belki de 2.000 yıldır bu topraklarda süre gelen, adı başka olsa sebebi aynı olan her 50-100 senede bir ortaya çıkan savaşı unutmayı kendine yediremiyor, belki de her an tekrar başlar diye rahata alışmak istemiyordu.
Dar köy yollarında geçip, Ilıdza’dan Nedanci’ye geçiyoruz. Burası şehrin Hıristiyanların daha ağırlıkta yaşadığı Batı bölgesi... Geniş yolları ve biraz kominizim zamanında ortaya çıkmış sosyal hayat simgesi olan balkonsuz TOKİ tarzı evleri ve parkların arasından geçip giden ana tramvay hattı yanından ilerliyoruz. Sarajevo’da 7 tramvay hattı olsa da en çok geçen ve kullanılan, 20 km’lik şehrin bir başından girip öbür başından çıkan ve tüm Sarejova’yı birbirine bağlayan (3) nolu Bašçaršija-Ilızda tramvayı, her 2-3 dakikada bir geçip gidiyordu.
Yörede en geniş düzlük toprak alan bu bölge olduğundan, bu dağlık coğrafyada düzlüğün kıymetini anlatmak istercesine Osmanlı zamanında buralara ovaların en değerlisi anlamında “Saray-Ova” denmeye başlanmış. Kendi dillerinde hala aynı adı kullanmaktalar. Ovayı çevreleyen dağlar Batı taraflarında ova genişlediği için bir birinden uzaklaşmakta ancak Doğu’ya, şehrin içine doğru bir birlerine yaklaşıp, Bašçaršıja (Başçarşı) taraflarında birleşmekteler.
Yıllar önce, Ivo Andriç’e 1961 yılında Nobel kazandıran “Dirina köprüsünü” okuduğum da buralara gelmek istemiştim. Liseli yaşlarımda InterRail ile yaptığım bir gezi esnasında Sirkeci’den bindiğim tren ile Tito’nun baskısı altında dışa kapanan Yugoslavya’dan korku ve endişe içinde geçerken trenden kafamı dahi çıkarmadan İtalya’nın Venedik kentine varmıştım. Ve Yugoslavya içimde bir ukde olarak kalmıştı... Ben, bu eski Yugoslavya’yı baştan sona trenle hiç durmadan 1, 5 günde geçtiğim de dahi içimde bir korku hissetmişken, 2.000 yıldır buralarda süren Boşnak-Sırp ya da diğer adı ile Müslüman-Hıristiyanların mücadelesini, Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Nedanci ve Cengiz Villa mahallelerinden, Müslümanların çoğunlukta yaşadığı Skendriye (İskenderiye) ve ardındaki Bašçaršıja’ya geçişte tekrar yavaş yavaş hissediyordum.
Ortalarında çocuk ve dinlence parklarıyla çeviri, 10’ar katlı, balkonsuz binaların arasından geçip, savaştan 16 yıl sonra bile delik deşik duvarlarıyla, kırık dökük camlı, bazı yerlerde tek, en fazla birkaç katlı sıvaları dökük eski püskü binaların olduğu eski şehre doğru yol alıyoruz. Skenderiye meydanından sonra şehri bir baştan sona geçen Miljacka çayı bize eşlik etmeğe başlıyor. Her sabah alaca karanlıkta, yüzyıllardır süregelen Boşnak mücadelelilerinde dökülen kanı anlatmak istercesine etraftan aldığı yansımayla kızıl akan Miljacka çayı, şimdilerde neredeyse hiç akmıyor gibiydi.
Şimdi Kapitalizm zamanıydı. Ve bekli de herkesin her istediğine ulaşabilir olduğu bir özgürlüğü elde edebilmesi için vermesi gereken çok daha büyük bir savaş vardı.
Trafiğe kapalı Bašçaršıja kenarında bir sokakta iniyor, bir an önce bir otel bulma umuduyla çarşı içinde geniş taşlarla döşeli yolda ilerliyoruz. Buraya gelmeden okuduklarımıza göre 17. Sarajevo Film festivali ile aynı hafta sonu buralarda olsak da yer bulmada pek sıkıntıya düşmeyeceğiz. Yanımızda valiz olmadığından biraz mutlu (!) ama biraz da üşüyerek otel & pansiyonlara oda sorarak ve etrafımıza bakınarak çarşıda ilerliyoruz.
2-3 denemeden sonra kafamıza göre bir yer buluyoruz. Hava hala nemli ve ara sıra ufak damlalar atıştırıyor, İklim ise hala uyuyordu. O kadar taksiye inip binerken onu paket gibi kucağa almamıza rağmen uyanmadı. Hep birlikte odaya çıkıp ahmakıslatandan sağanağa dönen yağmur altında bu kıyafetlerle dolaşamayacağımız için akşama kadar uyuyoruz.
Gece uyandığımızda yağmur dinmiş, karnımız acıkmıştı. Eldeki sırt çantalarına sıkıştırılmış tüm tişörtleri üst üste giyip bir şeyler yemek için kendimizi çarşıya atıyoruz. Neyse ki Esra, sırt çantasına ince de olsa ek kıyafetler koymuş. Ancak İklim’in tüm kalın eşyaları valizde olduğundan soluğu Bašçaršıja içindeki bir dükkânda alıyoruz. Ufaklığa %50 Fenerbahçeli, (diğeri Bursaspor) olduğundan, sarı-lacivertli olduğu için beğenmiş olduğu “Bosna i Hercegovina” milli takımını montunu biraz da kazık bir fiyata almak zorunda kalıyoruz.
Nesi meşhur diye etrafımıza bakınarak çarşı içinde tek katlı ahşap dükkânların önünde geziniyoruz. Etrafa yayılan mangal kömüründe pişen et kokusu dikkatimi çekiyor. Dumanların tüm yolu kapladığı bir sokak içinden geçerken “Cepapcici” denen içinde 10’ar adet İnegöl köftesini görünce hepimiz neredeyse üzerine atlıyoruz. Biraz valiz kaybetme stresi, biraz ıslak yaşantı üzerine sıcak bir uyku hepimizi acıktırmıştı. Çok güzel ve yumuşacık pidelerin yanında gelen köfteleri “Sıvı yoğurt” diyerek sipariş verdiğimiz ayranlar eşliğinde götürüyoruz. Yemeklerin lezzeti daha damağımızdan gitmemişken oturduğumuz lokantanın dışarıya konmuş masaları arasında ve sokaklarda ki turistlerden gerekli parayı koparmaya çalışan dilencilerden biraz sıkıntı çekiyoruz. Ortam, etrafta dolaşan yüzlerce turist sebebiyle, üreterek dilenmeye çok müsait olmasına rağmen (bir müzik aleti çalmak, pandomim yapmak, kukla oynatmak vs…) kısaca bir farklılık yaratarak para toplamaya çalışmak yerine, bekli de yüzyıllardır farklı İmparatorlukların himayesinde, uzak merkezlerden ne verilirse onunla yetinmeye alıştırılmış, her taraflarını özellikle kirli tutarak fakir gözükmeye ve sanki son yaşadıkları savaşı da kullanarak mağdur Bosnalı imajıyla kendilerini acındırmaya çalışan, her an yüzüne karşı İslami dua okuduklarını ima etmelerine karşı 3 kuruş verilmediğinde arkamızdan beddua okuyacak izlenimi veren dilenciler kendi topraklarımızdan bildiğimiz manzaralar sunuyordu.
Yemek sonrası bildik Doğu tarzı ama savaş sonrasından yenilenmiş dükkânların arasında dolaşarak ilerliyoruz. Birkaç dükkânda bir karşımıza çıkan “Bosnia-Byrek”cilerinden yayılan kokular, tok olmamız rağmen iştahımız kabartıyordu. Ancak yeterince çok yediğimizden Boşnak böreklerini yemeği yarına bırakıyoruz.
Bašçaršıja tamimiyle yenilenmiş bir turist mekânı olmuş. Kâh bakırcılar bedesteni, kâh köfteciler sokağı, kâh hediyelik eşya dükkânları, kâh ahşap oymalı Şadırvanın, sadece turistlerin dolaştığı otantik çarşılara benzediğinden Bosna hakkında bize bir şey vermediğini, buraların güzel hazırlanmış tiyatro sahneleri olduğunu hissedince yönümüzü çarşı dışına çeviriyoruz. Tek uzun bir sokak üzerinde kurulu çarşıdan geçip şimdilerde az sayıdaki Müslüman Boşnak’ın yanı sıra çok sayıda dünyanın başka yerlerinden gelmiş İslam dinin yaymak adına görevlendirilmiş başka ülkelerin Müslümanlarının sık kullandığı Gazi Hüsrefbegov Camisine giriyoruz. Ardından da cami karşısında “Hıristiyanlar yapar da Müslümanlar yapamaz mı?” dercesine Gazi Hüsrefbegov Bedestenine açılmış tezgâhlar üzerinde yaydıkları Arapça dini kitapları, CD’leri, dinsel takıları, ruhani suları satarak günümüz koşullarına ayak uydurmaya çalışan “Hıristiyanların gelir elde ederek ayakta kalmayı sağlayan yaşam tarzlarını” yavaş yavaş benimsemeye başlamış Müslüman tarikatlarının temsilcileri arasından geçip gidiyoruz.
Çeşitli zamanlarda Müslüman dininin temsilcilerinin git gide daha fazla Hıristiyanlaşmasının tartışmalarının yapıldığı açık oturumlara, bu benzerlikleri gördüğümüzde hak vermeden edemiyorduk.
100 metre sonra çarşı bitiyor ama Ferhadija Sokağı devam ediyordu. İlerde neon ışıları ile aydınlatılmış sokak üzerine kurulmuş bir açık hava kitap fuarına dalıyoruz. Her yaşa hitap eden kitaplara bakarken karşımıza ev yapımı Boşnak tatlılarını satan sokak satıcıları çıkıyor. Fuar içinde neşe içinde bağrışarak gezinen çocukların, tatlıcıyı gördüklerinde itişip kakışarak önünde sıra oluyorlar ve satıcıya arsızca isteklerini bildirip aldıkları tatlıların ardından, Esra ve ben Boşnak baklavası, İklim ise her birinin üzeri farklı renklerde kremalarla süslenmiş Boşnak kurabiyelerden alıyoruz. Avuçlarımız arasından sızıp dirseklerimize kadar akan baklava şerbetlerine aldırmadan 17. Sarajevo Film Festivaline katılan filmlerin afişlerinin sergilendiği tanıtım alanından geçip, bangır bangır rap müzik çalan barlar sokağında doğru yürüyoruz.
Sokağa kurulmuş bar masası arkasında eksik etek dişiler, bar önünde ki kel kafalı erkeklere istedikleri kokteylleri hazırlıyorlar ve bazıları sadece mini etekleri üzerine geçirdikleri kısa kırmızı önlüklerini masalar arasında ilerlerken hem dönerek havalandırıyor hem de servis yapıyorlardı. Erkeklerin birçoğu, kolsuz tişörtlerinin önünden dışarı sarkıtılmış ya da gömlekleri bağırlarına kadar açık olduğu için boyunlarında asılı duran İsa’nın çarmığa gerilmiş haç kolyeleriyle her an Bašçaršıja içindeki bir dükkânı daha alıp bir başka bar açma havasında içkilerini yudumluyorlar, sigaralarını tüttürüyorlardı. Kendinden geçmeye başlamış kızlı-erkekli gruplar 100 metre geride yaşananlardan uzak bir yaşantı içinde, bana göre değil ama başkalarına (!) göre “Karşılıklı Anlayış!” içinde yaşıyorlardı.
Yürüdüğümüz sokak bitince, Dalmaniska caddesinden Sarejevo Film Festivalinin yapıldığı National Theater’s yöneliyoruz. Caddede yürüyenler birden şıklaşmaya başladı. Beyaz, krem, yeşil döpiyesler içinde, yüksek topuklu ayakkabılı bayanlar, boyunlarına taktıkları farklı şekillerde ki kolyeleri tamamlayan küpeleriyle kendileri kadar şık, bazılarının ceketlerinin yakalarına iliştirilmiş bir karanfille ama hepsi ütülü koyu renk takım elbiseleri içine giydikleri açık renk ütülü gömlekli erkeklerle beraber 17. Sarejevo Film festivalinin yapıldığı yere doğru ilerliyoruz. Ulusal Tiyatrodan çıkanlar ya da yeni girenler, birkaç metre geride ütüsüz gömlek ve pantolonları altına giydikleri, üzerine bastıkları için arkası kıvrılmış boyasız ayakkabılarını oturdukları sedirler altına ittirmiş ya ayağının birini kendi poposunun altına almış kahve yudumlamaya ya da cami avlusunun hasır döşemeleri üzerinde bağdaş kurarak oturmuş sohbet edelerden biraz farklıydı. Gece gezinen bayan turistleri saymazsak, gündüzleri kocaları ya da erkekleri çevrelerinde olmadığı için el ele, kol kola, gülüşerek dolaşan, vücudunun tek bir hattı görünmeyen, her tarafı kapalı kadınlar örf ve adetleri gereği (gündüz gülme ve gezmelerine bakacak olursak akşamları biraz baskı ile) birçok gizem içeren yaşamlarında akşam sokağa çıkmaları yakışık almadığından ortalarda görünmüyorlar ve Bašçaršıja kahvelerini ve camilerini kendi erkeklerine bırakarak gözden uzak, evlerinin bir odasında yaşıyorlardı.
Aynı toprağı paylaşsalar da her biri diğerinden çok ama çok farklıydılar.
Biraz yüreğim cızladı bu dengesizliği gördüğümde. Birçoğu başka ülkelerden gelmiş İslam dini misyonerleri, en azından temsil ettikleri dinin temel kuralı olan bakım ilkelerini tam anlamıyla yerine getirmiş olmalarını, ütülü ve temiz kıyafetlerle ister CD, ister dini kitap, ister hacı suyu ister tespihi, istedikleri kıyafetleri istedikleri gibi ama temiz ve düzenli giyerek istedikleri şeyi satarken görmeyi daha çok isterdim. En azından her birini temiz görmeyi arzu ederdim.
Farklı bir cadde, bir tren yolu, ya da bir nehir geçtikten sonra değil de aynı sokak üzerinde gördüğüm bu değişim, birlikte yaşayan Müslüman-Hıristiyan yaşantısından çok, bir birinin farkında olan ama yaşantıları zerre kadar aynı olmayan, sadece aynı bölgeyi paylaşmak zorunda kalan ama şimdilik itişmeyi istemeyen sanki aynı evde, aynı sahibin kendilerini beslediği için bir arada yaşamak zorunda olduklarını bilen ve bir birilerinin yok sayan kediyle köpeğin, her an kopacak kıyamet öncesinde ki sesiz barışı yaşadıklarının izlenimi veriyordu bana.
Yediğimiz köftelerin, içtiğimiz ayranların üzerine bir bira ya da üzeri şemsiyeli bir kokteyl gitmez deyip, gördüğümüz de ağzımızı sulandıran dondurmalara daha fazla dayanamayıp soğuk havaya rağmen birer top doldurma aldık.
Boşnaklar, zamanında Asya’dan göçmüşler ve yerleştikleri bu coğrafyada sert dağ koşulları ve yeşil doğa içinde ki yaşam tarzları, Pagan inanışlarına daha yatkın olduğundan, kendilerine mesafe olarak yakın olasına rağmen bir türlü Roma Katolik Kilisesinin inançlarıyla tam uyuşamamışlar. İsa’yı da Tanrının oğlu olduğuna kabul etmeyince “Aykırı Hıristiyanlar” şeklide yaşayamaya başlamışlar. Tabi ki Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesini kabul etmeyen, çocuklarını vaftiz ettirmeyen “Aykırı Hıristiyan Boşnaklar”, kuralcı Katoliklerin yanı sıra ruhani duyguları daha ağır olan Ortodoksların baskılarından sıkılıp, Bosna kilisesini hem Katolik Vatikan’dan hem de Ortodoks Bizans’dan ayrılmaya çalışırken ne ona ne buna yar olabilmişler.
Üzerlerine gelen Hıristiyan baskılarından kurtulmanın yolunu, suya düşen yılana sarılır misali Osmanlı’nın Balkan seferlerinde tanıdıkları Müslümanlığı kendi inançlarına daha yakın bulmuşlar. Yarı pagan inanışlarında ki Osmanlının himayesini hemen kabul edip, hem kansız bir şekilde Müslüman olmuşlar hem de o ana kadar kendilerini sıkıştıran Hıristiyanlara karşı Osmanlı’yı arkalarına almışlar. 15 yy’dan beri Sarajevo, Hıristiyanlığın kaybedildiği en ücra Doğu, Müslümanlığın ilerleyebildiği en ücra Batı vilayeti olarak çoğunluğu Müslüman olanların ama her dinden insanın karışık bir arada yaşadığı bir vilayetmiş. Ancak bu durum, Vatikan Papalığı tarafından bakıldığından “Cennete ki bir çıbanbaşı”, İstanbul Halefliği tarafından bakıldığında “Cehennemde yeşermeye çalışan bir gül” olarak görülse de bence Boşnaklar 1.000 yıldır “Gürül gürül suların aktığı yemyeşil bir doğa içinde her gün cehennemi yaşayan” bir topluluk gibiydiler.
İlk Ban’dan itibaren (Boşnak Liderlerine verilen ad) sürekli özgürlük mücadelesi vermelerine rağmen bir türlü bunu tam olarak elde edememişler. Tarih kitaplarına bakıldığında da biraz da birbirini yiyen Boşnak Beylerinin kendi çıkarları uğruna bir birlik oluşturmadıkları için sık sık parçalanmış ve ufak birlikler halinde başka toplulukların içinde yaşam savaşı vermişler. Ordusu her zaman biraz süs ve bir gösteriş ordusu şeklinde kalmış, her dönem bir büyük gücün etkisinde rahatlıkla ve içinde pek de bir mücadele hırsı olmadan, başkasının boyunduruğunda büyük bir acı duymadan yaşamışlar.
Romalılar, Sırplar, Macarlar, Osmanlılar, Avusturyalılar, Hırvat tabanlı Yugoslavya, gibi, hep bir büyük gücün himayesinde kalmış ama o gücün yaşam şeklini de hiçbir zaman benimseyememiş, kendi başına, kendi dikbaşlılığında kedini çevreleyen dağlar içinde yaşamak istemişler. En son 92 savaşında da “Avrupa burada savaş çıkartmaz” diyerek tüm silahlarını Sırp idarisinde ki Yugoslav ordusuna ve Hollanda idaresinde ki Birleşmiş Milletlere teslim etmiş sonradan da Sırp mitralyözleri ve sniperları altında neredeyse yok olup gitmiş bir Millet ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorduk.
Bu düşüncelerle pansiyon kapısını aralıyoruz. Resepsiyonda 20’li yaşlarda ki genç kız, kalın sac telleriyle oluşmuş uzun gür saçlarını arkadan topuz yapmıştı. Kapıdan girdiğimizde bizi görünce gülümsedi. Kara-badem gözlü Boşnak kızın gözlerinde ki sevgiyi görmemek elde değildi. Gezdiğimiz yerleri beğenip beğenmediğimizi soran kısa bir gece sohbetinin ardından buralarda nece konuştuklarını sorduğumda “Boşnakça” diye cevap verdi. Şu anda 6’ya ayrılmış her an 9’a ayrılabilecek farklı topluluğun Yugoslavya zamanında nasıl bir birlerini anlaştığını merak ettiğimden “Diğerlerinden ne farkı var?” diye sorduğumda, “Çok bir fark yok, hepimizi bir birimizi anlıyoruz. Ufak, tefek lehçe farkı var…” deyip, belki de 5’li yaşlarında hayal meyal hatırladığı savaşı ve yaşadığı acıları anımsayıp şimdilerde otelinde kalan her milletten ve her dinden insanın bırakacağı €’ları düşünerek “Boş yere savaştık işte.” dercesine aniden sustu ve dudaklarını büktü. Ha ağladı ha ağlayacak halde gözyaşları ile dolan gözleri saklamak istercesine göz kapaklarını sessizce yarı kadar kapatıp yüzünü yere doğru çevirdi.
Başka bir kelime edemeden çıktık odamıza…
Sabah güzel bir kahvaltı ardından bu sefer şehrin Batı yakasını hedefledik. Bir ara Sarajevo’da ki Balkanların en eski tramvay sistemine binmek istedikse de, mesafelerin kısalığından rahatlıkla gidilebileceğini anlayıp Bašçaršıja'dan tren istasyonuna kadar yürümeye kara verdik. Binalar yükseldikçe üzerlerindeki kurşun izleri azalıyordu. Neye bağlı olduğunu bilmesem de, Batı mahallelerinde savaşın ya daha hafif geçmiş olduğunu ya da yaraların çoktan sarıldığını görebiliyorduk.
Yol üzerinde birkaç çocuk parkı bulduk. İklim, kurşun delikleriyle delik deşik olmuş duvarların kenarında, bombaların parçalandığı betonun arasından fışkırmış paslı temel demirlerin sarktığı sütunların altında, gülmeyen annelerin, gülmeyi öğrenemeyen çocuklarıyla parkta oynamaya çalıştı. Bir kaçına, yola çıkmadan kendi çantasına attığı şekerlemelerden vererek dilini anlamadığı, örf ve adetleri şimdilik geri plana itebildiklerinden dinini önemsemediği, belki bir Sırp, belki bir Boşnak, belki bir Hersekli belki de bir Hırvat olan çocuklarla arkadaş olmaya çalıştı. Bütün çocuklar boyaları olmayan kaydıraklar üzerinde ve kırık dökük salıncaklar eşliğinde zoraki bir gülme eşliğinde oynarken onları izleyen annelerin gülmeyen suratları, buralarda yaşanan acıların hala devam ettiğini gözler önüne seriyordu.
Ana cadde üzerinde ki National Museum karşısında, Holiday Inn’in arkasında yüksek, çok katlı birkaç bina görünce, savaştan pek nasibini almamış ya da tamir edilmiş bu birkaç gökdelenin arasına daldık. Birkaç banka ve yeni yapılmış birkaç katlı alışveriş mağazalarının olduğu AVM’leri gördüğümüzde bu çevrede yaşayanların hayata daha öncelerden tutunduğunu görebiliyorduk. Birkaç bira markasının reklam amaçlı geniş şemsiyelerinin oluşturduğu gölgeliklerin altında geniş yastıklı hasır koltuklar üzerine kaykılmış insanlar dikkatimizi çekti. İçlerine süslenerek yerleştirilmiş yemeklerin servis edildiği büyük tabaklar, serin havaya rağmen her türlü içeceğin konduğu büyük buzlu bardaklar geniş sehpalar üzerinde etrafa caka satarak duruyor ve tüm bu keyfi, yaşları 20-30 arasında değişen Amerika’nın 80 yıllarının pek popüler “Teenager” tipli, her cinsten Sarejova’ın bankacı gençliğine sunuyorlardı. Yenen yemeklerin servis şekli, gülen, sohbet eden heyecanlı heyacanlı bir birlerine bir şeyler anlatmaya çalışan dar döpiyesli bayanlar ve askılı kemerli pantolonlu üzerine giydikleri uzun kollu gömlekli erkekler, sanki hayatı kaldığı yerden yakalamış gibi görünüyordu.
Biz de biraz olsun bu savaş ortamından kopmak ve hayatı kaldığı yerden yakalamak için kendimizi bu masalardan birinin etrafına atıp her yerden tanıdık olabilecek menülerden seçim yaparak, lezzetli görünen yemekleri sipariş ettik. Bu yaşam tarzı pek de Bašçaršıja yaşam tarzına benzemediğini, birde şehrin Batısı yakasında bir büyük bankanın AVM’ sinde olduğumuzu göz ardı etmeden en azından gülen ve sohbet eden insanların bu şehirde çoğalması dileyerek bir gökdelen altında güzel bir yemek yedik.
Yarın Mostar’a tren ile gideceğimizden önce tren istasyonundan gidip bilet almamız lazımdı. Sırf değişiklik olsun diye ağır aksak ve her an bozulacakmış gibi giden tramvaya binip tren istasyonuna gitmeye karar verdik. (1) nolu tramvayı birkaç dakika beklememize rağmen gelmeyince zırt pırt geçen (3) nolu Ilıdza hattının tramvayı, tren istasyonun 200 metre uzağından geçtiği de anlayınca hemen hemen her durakta bulunan gazete büfesinden 1, 5 KM’ye (0, 7 €) birer bilet alıp ilk gelen (3) nolu trene bindik. Tramvay daha yeni hareket etmişti ki bebek arabası ile sıkışık vagonda kimse bizi pek umursamadığından, hatta çocuk arabasıyla tramvaya biniyor olmamıza biraz şaşırmış bir halde sakatlar & bebek arabaları için ayrılmış özel yeri o bölgede ki yolculardan özel rica ile boşaltmasını isteyerek yerleştik. Yolcular bu isteğimize biraz bozulmuşlardı.
Herkes de bir vurdumduymazlık, bir ruhsuzluk hâkimdi. 2 gündür etrafımızda genellikle negatif elektrik alıyoruz. Hani okuduklarımıza göre savaştan çıkmışlar, çok acılar çekmişler, soykırıma uğramışlar ön yargısıyla geldiğimizden birazda çevremizi, olayları makul görmeye çalışıyoruz ama ortamda gereğinden fazla negatif bir atmosfer ve gereğinden fazla bir yaşamak istememe duygusu hâkimdi. Bu donuk bakışları Çavuşesku yönetimin yıkıldığı yılın ardından gittiğim Romanya’da ve yıllar önce trenle geçtiğim Yugoslavya’nın çeşitli şehirlerinden trene binen insanlarda da görmüş ve yüzlerinde ki bitkin ve yorgun ifadeyi hissetmiştim. Savaştan 16 yıl sonra bile hâlâ buralarda bunları görmek sanki ya Komünizmin etkilerinin pek de kaybolmadığı ya da Bosnalıların hayata karşı hep küs ve kırgın oldukları izlenimi vermekteydi.
Ben aval aval etrafıma bakarken, daha 100 metre gitmiş olan tramvayda kontrolör başımızda bitti ve elimde tuttuğum biletleri cart diye çekerek “Mistake-Mistake” değip birkaç kere tekrar etmeye ve ardında da anında, saniyesinde, ceza biletini cebinden çıkarıp para istemeye başladı. Yanımızda ayakta duran ve oturan yolcular bir sirk de aslan terbiyecisinin kırbaç sesini duymuş ve putlaşmış dişi aslanlar gibi bön bön hem bize bakıyorlar hem de kontrolör yaklaşırken çıkarttıkları serbest biniş karlarını, kontrolörün kendilerine bakmamasına rağmen her an bakarda başlarına benzer şey gelir diye ellerinde tuttukları kimlikleri kontrolöre doğru uzatmış bekliyorlardı. Tüm suratlarda bir bıkkınlık ve tepkisizlik vardı. Her biri bir düğmeye basılarak hareketleri dondurulmuş robotlara benziyordu. Ben etrafımda ki bu garip bakışları izlerken kontrolöre bir tepki vermeye çalıştımsa da adam eli ile biletin bir köşesinde İngilizce yazan “ Makineye basınız” yazısını gösterip tekrar “Mistake, Mistake…” dedi. Biz bir terslik olduğunu anlayasıya kadar adama “Al da makineye sen bas.” dediysem de, pis sakallı ve göğsü barı açık kontrolörün iyi niyet yaklaşımından çok uzaklarda olduğu ve tek amacının o anda bize ceza kesmek olduğu o kadar belliydi ki ne yapsak fayda etmeyeceği hemen anladık.
“Şimdi bindik. Kimse bize yer vermedi, bebek arabasıyla yerleşemedik de basamadık. İlk defa biniyoruz. Olabilir bu hata al sen bas biletleri.” gibi bin bir bahaneyi arka arkaya sıraladıysak da adam zaten İngilizce anlamadığında ve emimim ki anlasa da anlamak istemeyeceğinden onun arkasında bir güç oluşturmuş başka yakası bağrı açık 2 polis (!) sanki bir savaş suçlusunu yakalamışlar gibi mutlu mutlu sırıtarak bizi ilk durakta aşağıya inmemiz için itelemeye başladılar.
Kurtuluş olmadığını anladığım için daha fazla üstelemedim. Sanki orada bizlere karşı bir hıncı, bir acısı vardı. Bizi ya 92 savaşında kendilerini yalnız bırakıp desteklemeyen Avrupalılardan ya da 1-2 gün geçireceğimiz Bosna’da daha fazla söğüşlenerek sağılacak ineklerden olduğumuzu düşündüklerinden sanki savaş yıllarından kalma hıncıyla bizi baskı kurmaya çalışıyorlardı. “Al da makineye sen bas.” diye gözüne soktuğum için elimden alıp kendi elinde tutuğu biletlerle ilk durakta diğer polislerin eşliğinde hep birlikte tramvaydan indik. 2 Polis birkaç metre geride bizleri seyrediyorlardı. Rüşvet mi istiyorlardı anlamadım ama bu ülkede bu kadar negatif enerjinin yayıldığı bir ortamda daha fazla kural dışılık yapmak istemediğimden adama sinirli sinirli “Kaç para?” dedim. Kontrolör bu kadar sıkıntı verdiği yetmezmiş gibi cebinden bir sigara çıkartıp, cevabını vermeden önce bir tane yakıp dumanını havaya üfledi. Her halinden yakaladığı avın keyfini çıkarmaya çalışan bir avcı ya da arsızca yapılmış bir seks sonrası başka bir zevki olmadığından kendi kendine tatmin olmuş bir erkek edasındaydı ki, ne Esra ne ben adamın bu kısa zevkini devam ettirmek istemediğimizden ikimiz birden alel acele “Kaç para söyle de verelim.” dedik.
Hiç umursamadan ve başka bir şey söylemeden adamın zevkini yarıda kesmiş olmanın rahatlığıyla 25 € cezayı ödedim. Sanki başka bir şeyler beklermiş gibi bana bakarken eline paraları saydığımı görünce biraz bozulup ceza makbuzunu uzatmak sorunda kaldı. Bir yandan içimden küfredip hani uyduruk otoparklarda kesilen 2 cm2lik 2 ceza biletini ve makineye basılmadığı için tekrar kullanılabilinecek 2 tam tramvay biletini “Al da başına çal” dercesine adamın gözünün içine bakarak yırtıp, adamın ayaklarının önüne yere attım. İçten içe, yere çöp attığımız için adamın bizi tekrar durdurmasını, tekrar para istemesini, kendisini bir kere daha önemsemezliğimizi göstermek istercesine adama birkaç € daha vermeyi, aç gözlülüğünü bir kere daha suratına vurmayı istedimse diğer polisler kontrolörün yanına gelip fiskoslaşamaya başladıklarında biz çoktan gara doğru yol almaya başlamıştık.
Yürüyerek tren garına vardığımızda sinirimiz geçmişti.
Biletimizi alıp Skendriye çevresinde geniş bir tur atıp Miljacka çayı kenarından Bašçaršıja tekrar yürüdük. Başı sonu 1-2 saatlik bir yürüyüş ile biten bu şehirde, Pazartesi olması sebebiyle Ulusal müzesini gezemedikse de bizler için “Aynı yerde ki farklı dinsel yaklaşımlar” artık sadece bir savaşı, bir mücadeleyi ifade ettiğinden birbirine üçer-beşer adım uzaklıktaki 18. yy yapılan Ortodoks Katedralini, 16. yy da birbirine yakın yıllarda birbiriyle yarışırcasın yapılan Katolik Kilisesi ve Ali Paşa Caminin yanından geçip, birinin diğerini ezmediği ve yok etmediği sürece bu insan savaşın bitmeyeceğini acı acı içimizde hissederek hiç birine girmeden Ali Paşa camii ile aynı dönemde yaptırılan Taş Köprüden geçip arkasında ki Bosna’nın tek ve en meşhur (!) Sarajevska Pivera isimli bira fabrikasının restoranında bir bira içerek yorgunluğumuzu gidermeye çalıştık.
İkindiden sonra hep birlikte otele döndüğümüzde valizimizin getirildiğini görünce içimizi rahatladı. Ve Seyahatimize yarın, kaldığımız yerden Mostar Treni ile devam edebileceğini düşünerek güzel bir akşamüzeri uykusuna yattık.
Gece aynı sokaklardan, tadı hala damağımızda kalan Boşnak Börekleri (Byrek) yiyerek tekrar dolandık.
Kâh sıkıntılı anlarımız, kâh gülümsediğimiz zaman dilimlerimiz, bazen onların acılarına bazen sevinçlerine ortak olduğumuz Sarejevo halkının bizde bıraktığı izlenim, belki 50 yıl süren Komünizmin üzerine 5 yıl sürmüş bir savaşın yarattığı olumsuzlukların yanı sıra bu sert dağ yaşamı hayat tarzlarını etkilemiş olsa da savaşın bitiminden 16 yıl geçmesine rağmen evlerinin yıkılan duvarlarını tamir etmemelerini, savaşın anılarından kurtulmak istememelerini, duvarlarında pencere pervazlarında ki kurşun izlerini kaybetmeden her sabah bir hınç ile uyanmalarını ve yollarda yürürken bu negatif enerji ile yaşamaya devam etmelerini, polislerin kendi halkına bile korkunç İvan gibi yaklaşmalarını, çevredekilere endişe yaymalarını veya halkın yolda karşılaştığı kişin kendisi gibi mi yoksa diğer milletten birisi mi olduğunu tam anlayamadığı için birbirlerine dahi güvenmediği yaklaşmaları gördüğümüzde buralarda suların hala durulmadığı izlenimi edinmiştik.
Bir yerde aynı yollardan 2. defa yürüyerek geçebilmişsek, mutlaka görmediğimiz bir yer, yaşanmamış bir hikâye kalmış olsa da o şehri bitirebilmiş olduğumuzu düşündüğümüzden içimiz rahat bir şekilde tekrar geniş bir daire çizip geri döndüğümüz Bašçaršıja’da bakır tepsiler üzerinde, bakır cezve içinde sunulan güzel bir kahve içip yarın sabah 6’da yola koyulmak üzere otelimize döndük.
Ağustos 2010