Adriatik yolundaki Mostar
Saati sabahın 6'sına kurmuştum. Sarajevo'nun dünkü serin havasında yürümekten biraz yorulmuşuz. Neyse ki buralar bize göre 1 saat önde olduğundan vücudum saati hâlâ, her sabah kalktığım 7 gibi kabul edebiliyor.
İklim ile Esra ise mışıl mışıl uyuyorlar. Sarajevo'dan Mostar'a otobüs ile günde birçok sefer olmasına rağmen biz farklı bir coğrafyada değişik ve güzel manzaralar göreceğiz diye Mostar’a sabahın köründe bir tren yolculuğu ile gideceğiz
İklim ile Esra ise mışıl mışıl uyuyorlar. Sarajevo'dan Mostar'a otobüs ile günde birçok sefer olmasına rağmen biz farklı bir coğrafyada değişik ve güzel manzaralar göreceğiz diye Mostar’a sabahın köründe bir tren yolculuğu ile gideceğiz
Tren seferleri ise günde 2 defa. Biri sabah 07.00’da diğeri akşam 18.00’de. Bilet fiyatları bir kişi 10 € ve sadece 2.sınıf bilet satılıyor. Yolculuk 2 saat kadar sürüyor gözüküyor. Biraz şüpheliyim ama göreceğiz…
Sabah sabah gara kadar yürümek istemiyoruz. 2 gündür aynı yerleri 2 defa turladığımız için tren istasyonuna taksi ile gideceğiz. Zaten 5 €’dan fazla olacağını zannetmiyordum.
Kaldığımız pansiyonda kahvaltı olmasına rağmen yiyemeyeceğimiz için resepsiyondaki kadın bize güzel sandviçler hazırladı. Hepsini bir torbaya doldurup valizleri ve sırt çantasını kapı önüne çıkartıyorum. İklim dünden büyük trene bineceği için ( küçük olan Bursa’daki yer üstü metrosu) çok heyecanlı. Odada çıkardığım hazırlık gürültüleri sayesinde benim uyandığımı fark ettiği anda yataktan fırlayıp giyinmeye başladı. İlk defa Esra’dan önce uyanıyor. Hava açık ve gökyüzünde tek bir bulut gözükmüyor. 2 gündür aralıklarla devam eden yağmur ortamdaki sıkıntıyı attı. Buraların neden bu kadar yeşil olduğunu esas bu yağmurlarla daha güzel anlaşılıyor. Yağmur olmasa ne kadar kurak bir yer olurdu buralar...
Tren garına Bašçaršıdan (1) nolu tramvayla da gidiliyor. Ancak dünkü tecrübelerimizden biraz seyrek geçtiğin ayrıca hem yakın hem de sabah sabah eşyaları taşımak istemediğimizden resepsiyonda ki kıza “By by” deyip taksiye binerek 2 dakika içinde tren istasyonuna geliyoruz. 8 Kmark tutuyor. Ben 10 KM veriyorum. (2 KMark=1 €)
Avrupa’da alışık olmadığımız kadar eski ama Türkiye’de İstanbul’u saymazsak birçok şehrinde görmeğe alışık olduğumuz, hatta bazı şehirlerde maalesef göremediğimiz eski bir tren istasyonu, Sarejevo tren istasyonu. Tren seferlerinin etkin kullanıldığı yerleri gezerken bizim tren taşımacılığında ki geri kalmışlığımızı görmek bana hep acı veriyor. Bir Sosyal Devlet aynı anda bir teknolojinin üzerinde bulunduğu topraklarda var olduğunun bir göstergesi olan bu tren taşımacılık sisteminin, kendi yaşadığım topraklarda olmamasına hep bozuluyorum ama nafile…
Esra, kırık mermer basamaklarına takılmadan, ben ise yanda 60 dereceye yakın bir meyillikte ki yük taşıma rampasından bizimkinin içine kurulduğu arabasını ittirerek çıkıyoruz. Saat 7’ye çeyrek var. Bizim trenin peronu 2 nolu peron. Sabah sabah açık olan bir kafeden süt alayım yolda içeriz diyorum. Süte, market fiyatının 3 katını verince biraz bozuluyoruz. “Neyse!” deyip geri vermeden peronlara doğru arabayı sürüyorum. Peronlara hareketli merdiven veya asansör yok. Neyse ki İklim arabasından inip perona kendi başına çıkmayı kabul ediyor 32 basamağı İklim önden kaçarcasına, Esra arkasından onu yakalamak istercesine koşturarak, beni ise bebek arabasını yüklenerek ağır aksak perona çıkıyoruz. Bu yolculuk İklim için değişik bir yolculuk. Benim için bildik ve nostaljik… Esra içinse tam bir macera!
Perona çıkınca gelen ilk yolcuların biz olmadığımızı görüyoruz. Onlarca sırt çantalı kızlı, erkekli genç, orta ve birkaç ileri yaşlı InterRail hastası insan, çoktan peron başlarında yer tutmuşlar. Hepsinin sırtında en azından 35 litrelik sırt çantaları yanı sıra birçoğunun önünde de tersten takılmış ufak bir sırt çantası var. Ellerinde ya bir su matarası ya da bir litre meyve suyu ya da bu yolculukların vazgeçilmez enerji içeceği süt…
Gezileri esnasında hostellerde & çadır kamplarda kalmayı planlayanların ek olarak sırt çantalarının sağ ve sol yanına rulo yapıp bağladıkları bir uyku tulumu ve bir yer matı olduğundan sırt çantaları daha büyük. 50-60 litrelik olanları genellikle erkekler taşıyor. Hemen hemen hepsi, kısa şortlarını altına çorapsız ayaklarına rahat ve keyfi bir yolculuğun simgesi sayılan parmak arası sandaletlerini ya da kısa bileklikli yürüyüş botlarını geçirmişler trenin gelmesini bekliyorlardı.
Çok eskilere gittim birden… 84 yılında, parasız bir lise öğrencisi olduğum zamanlarda birkaç aylığını InterRail ile yaptığım Avrupa turumda yaşadıklarım bir film şeridi gibi geçti gözümün önümden. O yıllarda bu insanların tüm dünyayı, kederlerini ve dertlerini, yaşadıkları yerlerde bırakarak, nerede akşam orada sabah tarzında biraz da vurdumduymaz bir hayat anlayışı içinde ama “Sırt çantalı gezginlik kurallarına” sadık kalarak yaşadıkları bir tatil süreci hep ilgimi çekmişti. Erkek-erkeğe ya da kızlı-erkekli ya da kız-kıza 2’şer, 3’er kişilik grupların yan sıra bazen çocuklarını da yanlarına almış genç ailelere açıkçası imreniyordum. Yıllar içinde onlarca defa yaptığım bu sırt çantalı gezilerde, bir gün bu peronlarda, Türk gençlerinin sayılarının daha çok olmasını ve sağı sola görmeden gidilip gelinen kapalı tur programlarından kurtululup macera ve araştırmaya dayalı bu tür bir seyahat alışkanlığının daha çok kişinin kazanmasını diliyordum. “Sırt çantalı gezginliğin” ruhunda yer alan serbestlik ve seyahati her an kendi istediğin yöne ve şekle çevirebilme özgürlüğü, bir tura ve tur rehberine bağlı olmadan, okuyarak, araştırarak, en önemlisi hayal kurarak o ülkenin, o bölge insanın ruhuna dokunabilme kabiliyeti, her zaman tercihlerim de 1. sırada yer almasına neden olmuştur. Şimdi kızım ve eşimle böyle bir tatil yapabiliyor olduğumdan dolayı kendimi şansı sayıyor ve etrafımızda gitgide çoğalan InterRailcileri gözlerimle süzmeğe devam ediyordum.
Sabahın körü olduğu için kimsenin kahvaltı etmeden geldiği, ellerinde ki sandviçlerden, süt şişelerinden ya da ağızlara attıkları kiloda hafif enerjide yüksek yiyeceklerden anlaşılıyordu. Hiç birimizi birbirimizi tanımasak da, farklı dilleri konuşan, farklı örf ve adetleri olan ama ortak bir davranış ve heyecan içinde hayatın gizemini, yaşadığımız yaşantıdan çok farklı bir coğrafya da ama hepimiz aynı pencereden aralamaya çalışan, birden bir araya gelip birden ortadan kaybolacak kadar hızlı davranan bir karınca kümesi gibi kalabalık, seyahati kendi başına, kendi istediği yöne çekerek kadar ehlikeyif bir ağustos böceği topluluğu gibiydik.
Ellerimizdeki yiyeceklerle sanki her birimiz bir geniş otel lobisine kurulmuş açık büfe kahvaltılardan istediklerimizi ellerimize almış “Bosna i Hercegovina” Tren Yollarının 2 nolu peronda verdiği sabah kokteylinde kahvaltı ediyor gibiydik.
İklim, Bursa’dan alıştığı peronda ki tren gelmeden ve durmadan geçmesi gereken “sarı bekleme yer çizgisini” yerde göremeyince, peronun asfaltını üzerinde oluşmuş uzun bir çatlağı sınır çizgisi olarak kabul etmesiyle, bir tren kazasına karşın hem bizi hem de kendini bu çizginin gerisinde tutmaya çalışıyordu. Bir yandan sürekli olarak “Bu çizgiyi geçersek büyük tren bize çarpar değil mi babaaaa” uyarılarını biz kabul etmiş olsak da, peronun nerede ise ortasına yakın bu çatlağı diğer yolcular pek iplemediğinden “Ama babaaaa, Bu yolcular çok yaramaz, hiç söz dinlemiyorlar!” diye ara sıra onlara da fırça atmadan duramıyordu.
10 dakikalık bir rötar sonrasında her tarafı pas tutmuş, Yugoslavya zamanından kalmış eski bir elektrikli lokomotif ve ardında 3 vagon ağır aksak perona girmesiyle, tüm InterRail cemaatinde bir hareketlilik başladı. Gezginler arasına sıkışmış bir kaç fötr şapkalı, yaşları de 50-60’lara dayanmış sırtlarında ince birer ceketli erkek yolcular, kimisinin başı açık kimisinin yarı kapalı başörtüsü yanı sıra hepsinin aynı tip yelek, etek ve siyah ayakkabı giymiş yaşları 40-50 civarında ki Bosnalı Hanımlar, ellerinde ağızları ya bir iple bağlanmış bir torba ya da 1. Dünya Savaşı filmlerinden görmeye alışık olduğumuz içine koyacak çok bir şeyleri olmadığı için boşluğunu hissedebileceğimiz şekilde içe çökmüş eski bir valizle, bu gezgin kalabalığının arasında ezilmeden nasıl vagona bineriz diye düşündükleri her hallerinden belli oluyordu.
Trenin durmasıyla tüm yolcular bir anda 2.sınıf yazan son iki vagona hücum ediyor. Ellerinde sıska valiz ve torbalı yerel Bosnalı yolcular ve bende de bir bebek arabası olduğu için biz, acele etmeden beklemeye başladık. Tren biletleri sadece 2. sınıf satıldığından nerede ise tüm yolcular en arkadaki 2.sınıf vagonlara bindiği bir anda elinde bir çekiç ile hani tepimizin bildiği “tıssss” sesinin çıktığı tren vagonlarının bağlantı borularındaki vanaları kontrol etmek için onları tıklaya tıklaya rayların üzerinden yürüyen peron amiri, 1. sınıf vagonu işaret ederek geçebilirsiniz dediğinde, hepimizde birden heyecanlandık ve “Bugün güzel bir gün olacağı belliydi” ifadesiyle suratlarımızda bir gülümse belirdi. Son kalan 3 -5 aile, 1.sınıfı böyle ise 2.sınıfını görmediğimize ve binmediğimize memnun olduğumuzu düşünerek acele etmeden vagona çıkıyor ve karşılıklı 3’er kişilik koltukların olduğu 6 kişilk kapalı bir kompartımana eşyaları atarak yerleşiyoruz.
Kontrolör gelip biletlerimize baktığında bir şey söylemeden İklim’in yanağından bir makas almasıyla bizde ki gülümseme buradan atılmayacağımızın garantisinde biraz sırıtmaya doğru döndü. Ancak sabah sabah bir adamın kendisini mıncıklamasına İklim pek memnun olmamıştı. Suratını asarak yarıya kadar açık pencere kenarına yerleşip dışarıya bakmaya başladı. Hepimiz şehri bir kez daha görelim diye sarktığımız pencereden Atatürk’ün kısa kollu, beyaz bir gömlekle tren penceresinden yarı sarkmış pozunu verdiği haldeydik. Peron amirinin bir kaç düdük sesinin ardından hareket komutunu alan makinist, trenin o ana rölantide çalışan ve gitmek istemesine rağmen frenleri basılı olduğu için yerinden kımıldayamayan lokomotifin demir tekerleklerini tutan frenlerini serbest bırakmasıyla, tren birden tekleyerek ileriye doğru bir fırlama yaptı ve ardından titreyerek hafifi hafif ilerlemeye başladı. Uzaklarda bir kaç yüksek binalarını gördüğümüz Sarajevo’ya ve Boşnak Halkına gelecek günlerde şansının daha açık olmasını dileyerek el sallarken istasyondan yavaş yavaş uzaklaşıyorduk.
Tren, Sarojevo içinde görmeğe pek alışık olduğumuz, atış poligonu gibi delik deşik olmuş duvarları bulunan tek katlı banliyö evlerinin arasından ilerliyordu. Birçoğunun önünde, çalışmadığı her halinden belli olan birçok yeri pas tutmuş eski bir otomobil, bazılarında ise çalıştığından şüphe duyduğum koca tekerlekli traktörler göze çarpıyordu. Her bahçe içine veya evin bir kenarına kurulmuş verandalarından sarkan asmaların geniş yaprakları arkasına saklanmış şimdilik küçük korukları sessiz sessiz kendi hallerinde üzüm olmak için büyümeğe çalışıyorlar. Ortalıkta hiçbir canlı görmeden banliyölerden, yeşil sarp dağlara doğru gidiyoruz.
Tren sarp dağ eteklerinde hafif bir meyilde yol alırken yamaçları sarmaya başlamıştı. 6 kişilik tüm kompartımana yayıldığımızdan, otelde yaptırdığımız kahvaltılarımızı ve yolda kazıklanarak satın aldığımız sütü bir güzel mideye indiriyoruz. İklim kahvaltı sonrası enerjisini atmak için vagon içindeki dar koridoru kendine bir koşturma alanı yaptı. Biz, bir yandan otobüsle sıkıntılı bir yolculuk yapmamış olduğumuza seviniyor, bir yandan da koridorda tırmanılacak tüm borulara tırmanıp dışarı seyretmek isteyen İklim’in peşinde geziniyorduk.
Yamaçlardan ilerlerken kısa kısa tünellere girmeye başlayınca yolculuk daha da zevkli bir hal almaya başladı. Bu yol üzerinde 102 adet tünel olduğunu okumuştum. Her birinden geçecek olmamız bizi biraz daha heyecanlandırmıştı. Tren yolu kıvırla kıvırla ve yavaş yavaş yamaçlardan dağ tepelerine ulaşmasıyla zirvelere daha yakın geçmeye başladı. Aşağılarda ki uçurumların yanı sıra birden ortaya çıkan bazen birkaç 10’lu bazen 100’lü metreleri aşan tüneller aşağı düşme korkusu ile karanlıkta dağ içinde kalma korkusunu peşi sıra bize yaşatıyordu.
Tren uzunca bir süre güney-batıya dar bir vadi içinden giderken ve bende pencereden bakıyordum. Birden vadinin 2 yakası birleşti ve tren dönerek geldiğimiz yöne ama daha yukarılara doğu yöneldi. Dönüşü, birkaç yüz metre uzunluğunda ki bir tünel içinden demir tren tekerlekler dönerken tren raylarına sürtüğünden sürekli bir “zırrrrrrt” sesi çıkartarak, her an bir şey olacakmış da tünel içinde kala kalacakmışız endişesinin yarattığı adrenalinin içimizde oluşturduğu heyecanı ile gerçekleştirip, geriye doğru döndük ve tünelden sağ salim çıktık.
Hem geldiğimiz yakadaki tren yolunu hem de onun üzerinde ki 2 farklı tren yolunu ve 4’er ayaklı 2 farklı köprüleri üst üste görebiliyordum. Çok şaşırdık birden. Tren 2 dağ yamacının birleştiği bir alanda, uzun bir hat üzerinden bir sağa bir sola kıvrıla kıvrıla zirveye kadar çıktı. Her bir kıvrılmayı uzun bir tünel yardımıyla gerçekleştiriyordu. İklim’le ben de, bu arada yerimize oturarak kompartımanın lambaları yanmadığı için karanlık korkumuzu geçiştirmeğe çalışıyorduk. 3-5 defa kıvrılarak zirveye varınca karşımızda ve aşağıda ki manzaraya, çok ağır gitmeye çalışan tren penceresinden büyülenmiş şekilde bakıyorduk ki tren birden tekrar bir tünele girdi. O ana kadar ki alışkanlıklarımızla tren ha şimdi tünelden çıkar derken tren tünel içinde biraz daha yavaşladı. Bir ara duracağını düşünerek endişeli şekilde karanlık kompartımanımızda oturduğumuz yerden kalkmadan beklemeye başladık. Önce birkaç 10’lu metreyi aştık. Bizim eski püskü lokomotif, hani lunaparklar da ki hızlı gidip takla atan trenlerin hızlanmadan önce ilk çıktığı dik yamaçtan sonra iyicene yavaşladığı ve en zirve noktasından geçerken ağır ağır burnunu aşağıya çevirmeye başladığı gibi bizim vagonun burnunu yukarı doğru ancak önümüzde ki lokomotif bu zirveyi aştığını ve burnunu aşağıya yöneldiğini hissedince içimizde bir sıkıntı kapladı. Sıra yavaş yavaş bizim vagona da gelmiş ve o zirvenin tümseğini bizim vagonda aşmış, burnunu lokomotifin ardından aşağıya çevirmişti. Galiba, şimdi sırada arkada ki 2 vagonunda bu tümseği aşmasıyla o bildik hız trenlerinde ki ani ivme ile ilerleyecek ve son 1 saattir çıktığımız o tepelerden hızlanarak aşağıya doğru kaymaya başlayacaktık. Bulunduğumuz yükseltiyi anlamak için kolumda ki saatin ışıklandırmasına baktığımda 1.750 metreyi gördüm. Sarajevo 800 metre rakımında bir şehirdi. İçinde bulunduğumuz demir yığını acele etmeden 1.000 metre çıkmış, 2.000’lere yaklaşmış ve şimdi Mostar’a oradan da Dalmaçya kıyılarına, deniz seviyesine doğru inecekti. Bildik lunapark treni şeklinde inmeyeceğimizi umarken, bizim çoktan burnu aşağıya çevrilmiş vagonumuzda ne İklim, ne ben, ne de Esra konuşmadan en arkadaki son vagonun da o zirve noktasını aşıp burnunu aşağıya çevrilmesini bekliyoruz.
Birkaç kilometredir tünel içinde karanlıkta gidiyoruz. Tüm vagonlar tepeyi aştığını ve tren süratinde bir şey değiştirmeden çok yavaş aşağıya inmeye devam ettiğini görünce içimiz biraz olsun rahatladı. Ancak trenin tünelden çıkmaya hiç niyeti yoktu. Gözlerimiz karanlığa alıştığından bir de koridorun başında ki tuvaletin lambası bir kandil kadar ortalığı aydınlattığından bir birimizi hayal meyal seçebiliyorduk. Bir ara kafamı pencereden yarı dışarı çıkarttım. Buz gibi bir hava akımı geriden gelip kafamı yalayıp geçiyordu. Tünele girdiğimiz 2.000 metrelerde ki dağın serinliği bizden çok daha hızlı bir akımla tünel içinden Adriyatik kıyılarına akıyordu. Başıma taşa maş düşer deyip, bir de İklim’e, hani ilerde kendi başına giderde ona kötü (!) örnek olmayayım diye kafamı içeri soktum. Tren hala, dik bir yokuşta freni her an patlayacak korkusu ile 2.vitesle aşağıya inmeye çalışan, istiap haddinden fazla yük almış damperli bir kamyon gibi ağır ağır ve temkinli ilerliyordu. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama artık korkunun da yersiz olduğunu ve nefes alınabildiği sürece insanın her türü sıkıntıya ve garipliğe alışabildiğine inandığımız bir zaman sonrasında tünelin ucunda bir ışık göründü.
Esra’nın bir iç çekmesine karşılık, İklim’in lunaparktaki hızlı trenden alışkanlığı ile “Neden hızlanmadı babaaa” serzenişi eşliğinde mas mavi bir gökyüzü altında ortasından koyu yeşil bir nehir akan yemyeşil bir ovaya doğru ilerlemeye başlıyoruz. Arkamızda koskoca Güney Alplerinin uzantılarından Bitovnja dağını geride bırakmış, Mostar’a doğru yol alıyorduk.
Kısa bir yolculukla Konjic’e geldik. Yoldaki bir arızadan mı yoksa savaş sonrası bir sorundan mı olduğunu bilmediğimiz bir neden ile tren Mostar’a gidemiyordu. Son yarım saatimizi tren yolu şirketinin organize ettiği bir otobüs ile mavinin ve yeşilin bir birine kaynaştığı Jabanicka nehri üzerine kurulan elektrik santralinin oluşturduğu gölü çevreleyen eski Boşnak Beylerinin şatoları ve av köşkleri arasından geçerek Mostar’a giriyoruz.
Okuduklarımıza göre bizde oluşan beklentilerimizin üzerinde bir heyecan yaşatan bu geziyi yapabilmenin mutluluğuyla, meşhur Mostar’a geliyor ve otogardan 500 metre kadar uzakta olan Mostar köprüsüne kadar yürüyüp köprü ve çevresinde ki taş evleri gören bir pansiyon bularak birkaç saat dinlenmek için odamız yerleşiyoruz. Bu kadar heyecan ve 30’lu derecelere ulaşan hava sıcaklığın yarattığı tatlı yorgunluğun ardından odada öğle öncesi kısa bir kestirme hepimize iyi geliyor.
Mostar’ın içini saymazsak güney ve kuzeyi, Balkanlarda ki yüksek ve dik dağların arasından, orduların rahatlıkla yürüyebileceği düzlük alanları çevreleyen dağların birbirlerine yaklaşmasıyla daralmış ve bir kanal oluşturmuş bir geçiş yeri. Aynı anda geride ki geniş düzlüklerde akarak gelen Neretva ırmağının en dar ve en kayalık yeri. Mostar köprüsü, Osmanlı’nın Adriyatik’e açılma projesi kapsamında Kanuni S. Süleyman zamanında 1566 yılından Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayruddin tarafından çevrenin doğal yapısında bulunan “tenelija” denilen hafif ama dayanıklı 456 adet blok taş kullanılarak büyük ve tek kemerli, üzerinden binlerce kişilik ordun rahatlık geçebilmesi için 4 metre genişliğinde yapılmış, görüldüğün de değeri daha da iyi anlaşılabilinen Yakup yeşili bir ırmak üzerinde bembeyaz bir inci tanesi gibi duran bir köprü.
Mostar ise Neretva ırmağının diğer yakasını, yeni yaşam alanında ki yeni evlerin bulunduğu tarafı saymazsak başı sonu 500 metre olan 10 – 20 taş evin oluşturduğu, çevredeki ekilebilecek bir toprak alan olmadığı için yaşam için pek uygun olmadığından dağlar arasındaki stratejik kayalık ve Adriatik’e açılan geçit yapısı sayesinden belli ki zamanın İmparatorları tarafından beslenen birkaç ailenin yaşayabildiği bir köy…
92 savaşında ilk defa Bosnalı Sırpların yıkmaya başlamasına ve ardından Hırvatlar tarafından bombalanarak tamamıyla yıkılan Mostar Köprüsü, UNESCO’nun dünya mirası listesine almasıyla birkaç ülkenin sponsorluğunda bir Türk inşat şirketi tarafından restore edilmişti. Şimdi tekrar eski ihtişamına kavuşmuş olan köprü Neretva nehri üzerindeki tek taş bir kolye gibi durmakta. Ancak kale etrafında ki eski taş binalar şimdiler kafe, lokanta ve Mostar kolyesi, savaş kaskı, savaş rozeti gibi incik boncuk satan dükkânlardan başka bir şey değiller.
Acıkan karnımız doyurmak için eskiden yavuklularına, şimdilerde de oralara kadar gelmiş turistlere hem hava atmak, hem de günlük harcırahlarını toplamak isteyen genç, bıçkın Mostarlı gençler 24 metre yüksekliğinde ki Mostar köprüsünden keskin kayalıklarla çevriliş Neretva Irmağının gür ve buz gibi akan yemyeşil sularına kendilerini bırakmalarını seyredebileceğimiz bir teras-restaurant yemeklerimizi yedik. Ardında da bize göre çok güzel tatları olan biralarından birkaç tane içince ayılmak için köprüden atlayacak deli cesaretimiz olmayınca doğruca nehir kenarına inip yarı belimize kadar buz gibi sulara girip serinledik.
Adriatik’e yaklaştığımız için midir, yoksa Osmanlı’nın gelebildiği en uzak Batı olduğundan Müslüman dünyasında pek sık gördüğümüz acındırarak dilenme yerine bir şey üreterek dilenen, bir kenarda kimseyi rahatsız etmeden sevdelinka nameleri çalan sokak çalgılarını buralarda görmeye başladık. Mostar’da Serejova’da ki kadar olmasa dahi Hıristiyan-Müslüman mücadelelerinin ufak örnekleri ile karşılaştık. Ortalık zaten bir turist mekânı olduğundan gezinenlerin pek dinle alakası olmasa da satılan eşyalara baktığımızda her iki dinin kendine özgü simgelerinin rahatlıkla satıldığını, satıcıların €’yu, inandıkları dinin önüne koyduklarından farklı dinlerin simgelerinin yan yana aynı tezgâhlarda durduğunu görebiliyorduk. Hem domuz etinden yapılmış yemeklerle, içinde domuz eti olmadığı özellikle belirtilmiş pizzalar aynı uzun tahta sehpalar üzerinde servis edilmiş, dilimlenmeyi bekliyorlardı.
Mostar’ı çevreleyen tepelerde, önce bir cami ve minaresi yapıldığı için onu biraz tepesine yapılan bir kilise ve çanını, ardından onun biraz tepesine yapılmış bir başka cami ve minaresini ve yine onun ardından da yamaçta yer kalamadığı için en tepeye dikilmiş İsa’nın çarpığının büyük, devasal beton kuleleri aynı kare içinde fotoğraflayabiliyorduk. Her ne kadar turistik bir mekân olsa da 500 yıldır bitmeyen savaşın hala gizliden gizliye devam etiğini hissedebiliyorduk.
Kâh arka mahallelerde, kâh turistler için düzenlemiş bildik benzer mekânlarda turlayıp Mostar içindeki Türk evini ve Karagöz Camisini ve saat Kulesini gezerek akşamı edince yarın Dubrovnik’ doğru 140 km’lik bir otobüs yolcuğumuz olacağından gene uyku vakti deyip odamıza çekildik.
Biz 40 ºC’lik İstanbul’dan 16 ºC’lik Sarajevo’ya gelip de son iki günü de yağmur altından geçirince biraz üşüttüğümüz için Mostar’ı kendimize bir dinlence mekânı olarak kabul edip çevre gezilerini yapmadık. Ama o yörelere gidenlere söyleyebileceğimiz 3 mekân ziyaret listesine alınabilinir.
(1)Sarı Saltuk Blagay tekkesi – Belediye otobüsü gidiyor, (2) Poliçeti: Osmanlı köyü - Dubronvik yolu üstü Sanat köyü 45 nolu sarı otobüs gidiyor.(3) Blagaj (Bilagay): Mostar’a 12 kilometre mesafede bulunan kasaba, Klasik Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyan tekke.
Ağustos 2010