700 yıllık Cumhuriyet kenti Dubrovnik
Mostar’da güneşli bir sabah. 3 gündür Sarajevo’nın soğuk havalarında yarı çıplak gezindiğimizden, dün burada yaptığımız yürüyüş turunda kendimizi biraz halsiz hissettik.
Toparlamak için İklim’e şurup, bize de hap takviyesi yaparak, 12 saate varan deliksiz bir uykunun ardından dinlenmiş olarak yataktan kalkıyoruz. Sıkı bir kahvaltı sonrası eski Yugoslavya zamanında şehirlerarası, şimdilerde ülkelerarası olan eski Venediklilerin “Ragusan”lılar dedikleri Dubrovnik Cumhuriyetine yapacağımız 3 saatlik yolculuğumuza (140 km) başlamak için Mostar köprüsüne 500 metre mesafede ki otogara kadar yürüyoruz.
Toparlamak için İklim’e şurup, bize de hap takviyesi yaparak, 12 saate varan deliksiz bir uykunun ardından dinlenmiş olarak yataktan kalkıyoruz. Sıkı bir kahvaltı sonrası eski Yugoslavya zamanında şehirlerarası, şimdilerde ülkelerarası olan eski Venediklilerin “Ragusan”lılar dedikleri Dubrovnik Cumhuriyetine yapacağımız 3 saatlik yolculuğumuza (140 km) başlamak için Mostar köprüsüne 500 metre mesafede ki otogara kadar yürüyoruz.
Otobüsümüz, sakin bir yolculukla 1 saatte Bosna - Hırvat sınırına geliyor. Diğer araçlar sınırda uzun bir kuyruk yapmış olmasına rağmen, günde 4-5 defa Mostar – Dubrovnik arası karşılıklı sefer yapan yerel otobüs şirketinin şoför ve muavini, gümrük görevlileriyle yakın ilişki kurduklarından hiç beklemeden sadece polisin pasaportlarımızın bir sayfasına öylesine bir tampon basmasıyla Metkoviç sınır kapısından geçiyoruz. Sınırı geçer geçmez, Neretva ırmağının geniş deltasına açılan, her türlü geminin 15 km kadar içeri girebildiği kanalının kenarından ilerliyor sonra da Dubrovnik’e kadar 1, 5 saat sürecek virajlı Adriyatik kıyı yolundan yolculuğumuza devam ediyoruz.
Yol üzerinde Avrupa’nın gizli besin kaynağı olan protein küpü istiridyelerin, deniz üzerine inci gibi yan yana dizilmiş yetiştirme çiftliklerini ve Dubrovnik’lilerin, askeri savunma şehri olarak inşa ettikleri, Çin setinden sonra dünyanın en uzun (5 km) kale surlarıyla ünlenmiş Stone şehrini ve devamında ki Korcula adasını uzaktan görüyoruz. Korcula adası bu sahillerin en canlı ve eğlenceli adalarından birisiymiş. Ancak bu tür gezilere bizim gibi 15 gün değil de, 30-45 günlük seyahatler şeklide çıktıklarından, Korcula’ya gitmek için Ston garında inen diğer sırt çantalı yolculara biraz imrenerek el sallıyor ve yola devam ediyoruz. (Ston’dan sonra liman kasabası Orebic’e gidilerek adaya geçiliyor.)
Ege’den alışık olduğumuz dantel gibi işlemeli kıyılar, Fethiye - Kalkan arasından alışık olduğumuz uçurumlu yollar ama pek alışık olmadığımız kadar çok ve yemyeşil, Dalmaçya adının hakkını verdirircesine deniz üzerinden fırlamış ada ve adacıklar kenarından Dubrovnik’e doğru yol alıyoruz. Seyahat’i İklim’in uyuma saatine denk getirmiştik. Bizim ki sınıra gelmeden uykuya dalmıştı ve 2, 5 saattir hâlâ kaykıldığı koltuğundan uyanmaya da niyetli değildi. Biz de bu sayede etrafı daha rahat seyredip çevreyi daha çok içimize sindirerek otobüsün penceresine yapışmış halde gidiyoruz. Birden, keskin bir virajı aldığımızda karşımıza 10’ar katlı 2.000’er kişilik Adriyatik de gezinen transatlantik tarzı, Cruise yolcu gemilerinin yanaştığı Dubrovnik limanı çıkıyor. Şehre, liman üzerine kurulmuş estetik bir asma köprü üzerinden geçerek giriyoruz.
Açıkçası doğanın yarattığı nakış ve üzerine koyduğu motiflerden biraz büyülenmiştik. Etrafımıza aval aval bakınarak Porte Gruz limanına yanaşmış dev gemilerin yanında ki otogara giren otobüsümüzden iniyoruz. Daha iner inmez etrafımızı yerel halktan insanlar otobüs kapısında bizi karşılıyorlar. Çevremizi saranlar, Honolulu’ya gelen turistleri, ellerinde yerel çiçeklerden yapılmış taçlarla karşılayan inceli belli, beyaz dişli, güzel Hawaii’li ada kızları olmasa da, yaşları biraz ilerlemiş güler yüzlü Dubrovnik’liler ya evlerinin bir odasını kiraya vermeğe çalışıyorlar ya da özel taksileriyle bizi gitmek istediğimiz yere kadar götürmek istiyorlardı.
Her birinin neşesi, şu ana kadar okuduklarımıza hak verdirircesine, buralarda 15 sene önce yaşanan ve 250 km yukarılarda, Sarajevo çevresinde hala içten içe devam eden savaş çığlıklarının artık duyulmadığı hissettiriyordu.
Otogarda ki bu coşkulu kalabalık biraz olsun içimizi ferahlattı. Sokakta kalmayacağımızın rahatlığıyla elimde Croatia turizm ofisinin web sayfasından aldığım, (www.croatiatouristcenter.com) nereye hangi belediye otobüsünün gideceğini gösteren Dubrovnik haritasıyla, (1) numaralı otobüse binip o meşhur Ortaçağ Dubrovnik Kalesinin şehre açılan kapısının bulunduğu Pile meydanına gidiyoruz. (diğeri Doğuda, denize açılan Ploce kapısı.) Otobüsün içi, mayolu kızlı ve erkekli insanlarla doluydu. Boyunlarında deniz havlularıyla erkekler ve sanki denize değil de bir akşam kokteyline gidecekmiş gibi yarı makyajlı bir halde plaj sepetleriyle denize gitmeye çalışan bayanlarla birlikte Pile meydanda varıyoruz.
Dubrovnik, 3 yapraklı yonca misali deniz içine yayılmış 3 yarım ada üzerine kurulmuş. Bu 3 yapraktan birisi eski Dubrovnik Kalesi, diğeri halkın yaşadığı Lapad, üçüncüsü ise otellerin olduğu Babin Kuk bölgesi.
3 yaprak üzerinde yer kalmayınca da denize dik inen dağ sırtlarına, kartal yuvası gibi (Marmaris’in Turunç koyuna gidenler daha iyi bilir) kayalıklara evler, villalar, apartoteller yapılmış.
Klimalı belediye otobüsünden iner inmez, biraz önce limanda gördüğümüz transatlantiklerden Dubrovnik kalesini gezmeye gelmiş, ütülü gömlekli, beyaz pantolonlu, Timberland veya Tommy Hilfiger marka ayakkabılı yüzlerce şık erkek ve üzerine çiçekli mini etek veya çoğu beyaz şile bezinden yapılmış kısa etekli bir elbise üzerine başlarında geniş hasır şapkalarıyla kimisi turuncu, kimisi havacı mavi fularlarıyla ama hepsi geniş güneş gözlüklü çok şık hanımların arasına düşüveriyoruz.
Hani bizim durumumuz kendimizce normal ancak onların yanında biraz içler acısı haldeydi. Esra’nın elinde ufak olsa da tekerlekleri bilmem kaç km’dir döndüğü için zırt-zırt diye ses yaparak arkamızdan gelmeye çalışan bir valiz, yeni uyandığı için gözleri kan çanağına dönmüş İklim, sırtımda bir çanta ile bebek arabasını ittirmeye çalışan ben, o soğuk havalar geride kaldığı için 26 ºC altında çok olmasa bile oramdan buramdan biraz ter akarken (En azından kısa şortlu, askılı tişörtlü ve Ray-ban gözlüklerimleyim. Buna da şükür…) karşımda ki şık insanların ve arkamda ki Hilton otelinin önünde etrafımıza bakınıyoruz.
Şehir merkezine bir belediye otobüsü ile gelip de, jaguar veya Ferrari tipli arabaların girip çıktığı bir Hilton önünde ineceğimi hiç hayal etmediğimden ve daha durumu kavrayamamışken, tura çıkmış bayanlardan biri olmadığını sonradan kavradığım biri siyah mini etekli, diğeri tek parça ince bir tül elbise altına deri terliklerini ayaklarından çıkmasın diye, dizlerine yakın bir yere kadar deri kayışlarını verev yaparak bağlanmış, birinin saçları arkadan topuz olduğundan sakin ama diğeri açık bırakmış olduğundan biraz hırçın, ellerinde içinde 3’er top dondurma bulunan külahlarından her biri birer yudum alıp, açık saçlı olan başını geriye doğru sallayarak, 2 gülümseyen genç kız yanımıza yanaşıp, oda arayıp aramadığımızı sordular.
Kızların beni tercih etmelerine karşın (!) Esra’nın beni kıskanıp kıskanmadığını anlamak için gözlerine bakmaya çalışarak kızlara “Evet” dedim, hani “Sizde o evde olacak mısınız?” der gibi…
Esra’nın gereksiz yere tepki vermek gibi bir alışkanlığı olmadığından “Evet”e bir destek de ondan gelince, Kızlar Dubrovnik Kalesi içinde bir kaç yüzyıllık, taş evleri olduğunu ve bu antik yaşam içinde ki evlerinin bir odalarını 180 €’ya kiralayabileceklerini söylediklerinde Esra, “Hadi bakalım hevesin kursağında kaldı mı?” dercesine acıyan bir gülümsemeyle bana bakınıyordu…
Davul bile dengi dengine dercesine “Biraz pahalıymış” diye bir şeyler geveledim ağzımda. Kızlar, “Burası Paris’den daha iyidir” gibi bir şeyler söyledilerse de (gezimizin sonuna doğru haklı olduklarını anlayacaksam da…) ne ben onları duyuyordum ne de onlar artık benimle ilgileniyorlardı.
Öylece etrafımıza bakınırken, benim gibi giyinmiş halktan bir amca elinde odalarını kiraladığı villasının fotoğraflarıyla yanımıza çekinerek yaklaştı.
Beyaz saçlarının aklığı, gür ve kalın kaşlarına sıçramış olsa da gülümseyen bir yüzüyle “Oda arıyor musunuz?” diye endişe ederek yanımıza sokuldu. Biz daha Alis Harikalar diyarında ki Alis’in devasal çiçekler ve meyveler arasından geçerek yüzlerce metre aşağıya, başka bir dünyaya düşüp de arkadaşları Tırtıl Absolem, Kedisi Cheshire ve Çılgın Şapkacı'yla karşılaşınca yaşadığı şaşkınlığı yaşar haldeydik. Topu topu 250 km yol gelmiştik. Ama her yeri cıvıl cıvıl olduğu, şık insanların ve son model arabaların gelip gittiği, modern ve klimalı otobüslerin vızır vızır işlediği, hani Fransa’nın Cannes’ı halt etmiş dedirtecek tarzda, önümüzde açık hava kafeleri, arkamızda sıra sıra lüks otellerin olduğu bambaşka bir dünyaya düşmüştük.
Yaşı 60’ı geçmiş dinç amcam evinin yerini, plaja uzaklığını ve çevrede yapılacakları elinde ki haritadan bir çırpıda bize aktardı. Bize yaklaşımı, evinin fotoğrafları ve tabii ki 35 € ile odasının günlük kirası hoşumuza gidince onlarda kalacağımızı söylediğim de adam, hanımını cepten arayıp gelip biz Pile meydanından almasını istedi.
Bir çeyrek dakika sonra kırmızı sunroof’lu, VW-Golf arabayla kendisi yaşlarında ve kendisi gibi güzler yüzlü, 60’ını çoktan geçmiş ama ruhu Sarajevo havaalanında ki kadının aksine 40’ını geçmemiş hatta belki bizden daha dinç, yaşlı eşi gelip bizi aldı. Her ikisinin de güler yüzlü sohbetleri eşliğinde çevreyi algılamamız için bize bir Dubrovnik turu yaptırdılar. Ardından da alışveriş yapabileceğimiz market ve yemek yiyebileceğimiz ucuz ve kaliteli lokantaları göstererek bahçesinde çeşitli meyve ağaçları olan, mor begonvillerle çevrili 3 katlı villalarına getirdiler. Evleri, çevrede ki benzer evler gibiydi. Yan yana sıralanmış bahçeli örme taş villalar alışık olmadığımız tarzda bir konaklama sisteminin içine olduğumuzu yavaş yavaş hissettiriyordu.
Adriyatik sahillerine çıktığımız andan itibaren her binanın girişinde “Soba-Zimmer-Room” yazıları yazan yüzlerce pansiyon, apartoteli gördüğümüz de buralarda tatil kavramının bizde ki kapalı otel yaşantılarının çok uzağında olduğunu ve turizmden sadece acentelerin değil tüm halkın bir uğraş vererek para kazanmaya çalıştıklarını anlamıştık.
Eve gelirken yolda bir ara dayanamayıp (hani biz yeni çıkmıştık ya endişe dolu Bosna ortamından…) “Savaş, geçip gitti. Şimdi durum iyi galiba?” dedim.
Yaşlı amca, kısaca anlatmaya çalıştı, dili döndüğünce. Önce “Sırplar ile Boşnakların birbirlerini yemeleri yüzünden başımıza bunlar da geldi!” dedi pervasızca. Ardından devam etti biraz sessiz kalıp yaşadıklarını anımsadıktan sonra. “Bunlar hep Boşnakların başının altından çıkıyor. Uyumsuz insanlar… Peuhh…” gibi bir şeyleri ağzında gevelediğinde o ana kadar bildiklerimizden şüphe ederek bakındık suratına. Herkes kendisi haklı görmese savaş olmayacağını, her olay bakıldığı yere göre haklılık kavramının değişkenlik göstereceğini bilerek komşularından çektikleri sıkıntıları dinledik. Pek dertliymiş bizim yaşlı amca… Ama içimizi en acıtanı da bizim nereli ve kim olduğumuzu bilmeden “Çalışmayı pek sevmez Bosnalılar. Anlaşamazlar yıllardır Sırplarla, Bosnalılar…” dediğinde akrabamız olmasa da kendimize yakın hissettiğimiz Boşnakların yaşantılarına yakıştırılan bu damga karşısında zaten Sarajevo’da kalbimizde yanmaya başlamış olan alev tüm vücudumuzu sarmıştı. 250 km yukarıda savaştan 16 yıl sonra bile sıvaları dökük evlerde yaşamaya çalışan Bosnalılar ile her an ticaret ruhuyla para kazanmaya çalışan ve savaş anılarından hızlıca silkinip kurtulmuş ve hayatı kaldığı yerden yaşamak isteyen Dubrovnik’lilerin ülkelerine gelen turistlere davranış farklılığını gördüğümüzden yaşlı amcama inceden inceye hak verdik.
Sırplar, hem Boşnakları sıkıştırmak hem de yüzyıllardır özgür yaşayan Dubronvik’in denizden elde ettikleri kaymağını yemek için Montenegro (Karadağ) üzerinden buralara saldırmışlar. Yaşlı çiftin Dubronvik’e birkaç km uzaklıkta, Montenegro yolu üzerinde bir evleri varmış. Ama savaş zamanında Sırplar yol üzerinde ki tüm binaları top ateşine tutarak yıkınca buraya, kale içine sığınmışlar. Kaleyi daha gezmemiştik ama uzaktan bakıldığında dahi çok net anlaşılan, birkaç hafta top altında tutsalar da bir tek evi dahi yıkılması zor olan devasal yekpare taşlarla yapılmış taş kalenin içinde kalarak kurtulmuşlar. Sonra da kendilerine, şehrin Lapad bölgesinde bizi getirdikleri bu evi almışlar. Her daim ”Ak akçe kara gün içindir” ilkesi ile yüzyıllardır bir kenarda para tutarak yaşamaya alışmış Dubrovnikliler, bu savaştan sonrada pek etkilenmeden silkinmiş ve üzerilerinde ki külleri atarak çok hızlı bir şekilde ayağa dikilmişler.
Zamanında, 16. yy’da, Osmanlı buralara geldiğinde “Özgürlük satılık değildir” diyerek ellerinde avuçların ne varsa Osmanlı’ya vergi, rüşvet, hediye adı altında gereken parayı vermişler ve Osmanlının himayesine giremeden 500 yıl önce bile “Özgürce, Cumhuriyet ilkesinde” yaşamışlar.
Son 2 saattir masmavi suların yanından imrenerek geçtiğimizden ve İstanbul’dan bu yana sıcak tatil hayalleriyle buralara kadar 4 günde nihayet gelebildiğimizden, eve 300 metre uzaklıktaki Lapad plajının serin sularına biran önce kendimizi bırakmak için çırpınıyoruz. Yarı terli kıyafetlerimizi hemen çıkartıp soluğu İzmir’in imbatı gibi ılık esen rüzgârında serinlemek için bahçeye çıkıyoruz. Denize, ev sahiplerimiz ile gideceğiz. Bizimkiler, son odalarını da bize kiraya vermelerinin keyfi ile “Biz de sizinle plaja gideceğiz, bekleyin. Siz götürelim.” demişlerdi.
Balkondan, bal kabakları ekili bahçeye bakarak onları bekliyoruz. Birkaç zeytin ağacı yanı sıra mor begonvillerinin dalları balkon duvarını aşıp içeri sarkmışlar ve esen rüzgâr altından boşlukta dans ediyorlardı. Birkaç dakika içinde ev sahiplerimizde ellerinde plaj çantalarıyla yanımıza geliyorlar. Rüzgâra karşın serinlediğimizi gördüklerinde, “Akşama dönüce de bir şarap açıp balkonumuz da içelim. Balkonumuz sürekli eser.” dediler…
Vahşi kayalıklı Dubrovnik sahillerinde denize girilebilecek 3 büyük ama çakıllı plajları var. Biri Lapad’da ki “Uvala & Lapad Bay” plajları, diğeri Babin Kuk’un uç kısmında ki “Copacobana” plajı, bir diğeri de kale tarafında ki Boninovo’da. Plajlara indiğimizde bizi şaşırtan bir başka güzellik de buralarda tüm sahillerin önünde bir yol, bir boşluk olması ve plajların, sahillerin herkese açık olmasıydı. 3 ya da 5 yıldızlı otelde kalanlarla, bizim gibi arkada bir evde kalanlar aynı plajı ve aynı dinlence yerlerin kullanıyorlardı. Sadece otel müşterileri kullandıkları şemsiye ve şezlonglara bizler 8’er € öderken onlar bir para ödemiyorlardı.
Sahilleri bizim sahillerimle kıyaslamaya gerek yok. Türkiye de bu sahillerin çok ama çok daha güzelleri ve daha büyükleri ve daha eğlenceli olanları var. Ama bu sahillerin her kesime açık olması, tertemiz olması, birçoğunda şezlonglarda güneşlenirken sigara içilmesinin yasak olması (hem yanda oturanların rahatsız edilmemesi, hem de kumsala izmarit attırılmaması) ve 26 ºC sıcaklıkta serin suya girince kendine getiren derin deniz yapısı, her 50 metrede bir duş ve kıyafet değişim kabinlerinin bedava olması, terlemeden güneşin altında güneşlenilmesi, hatta güneş altında ıstakoza çevrilmeden uyunabilmesi bizi buralarda çok mutlu etti.
Dubrovnik çevresinde yapılacak tüm tekne turları, Lapad plajına inen trafiğe kapalı, barlar ve çocuk parklarıyla çevrili bir yol üzerinde satılmakta. Tam gün sürecek 3 adalar (Elaphite adaları: Kolocep, Lopud, Sipan) turuna ya da gelirken yanından geçtiğimiz ve ferry boot ile gidişi 3 saat süreceği için çoğu konaklamalı Korcula adası turu veya daha güneyde ki Montenegro’nun dünyaca ünlü limanı Kotor’a ve Rusların gözde tatil merkezi Budva’ya turlar buradan satın alınabiliyor. Dubrovnik kalesinin karşısında, günü birlik gidilebilecek, geceleri kalınmayan ve biraz da milli park gibi kullanılan her köşesi ayrı bir doğal plaj olan (derin deniz ve kayalıklı) Lokrum adasınaysa tekneler eski kalenin yanında ki balıkçılar limanından kalkmakta.
İlk günün yol ve deniz yorgunluğunun ardından karnımız acıkmıştı. Karşıda ki İtalya kıyılarından pizza pişirme teknikleri buralara rahatlıkla gelebildiğini evimizin arkasında ki bir pizzacının deniz manzaralı terasında her biri 2 kişilik pizzaları en çok hoşumuza giden “Ozujsko” birası eşliğinde yerken görebiliyorduk. İklim’e söz verdiğimiz için plaja inerken gördüğümüz çocuk parkına giderek, İklim parkta, biz de karşısında ki barda, Dubrovnik Kalesini gezmeyi yarına bırakarak akşamı burada Lapad sahilinin trafiğe kapalı yürüyüş yolunda geçiriyoruz.
Ertesi sabah kuş sesleri ile uyanıyorum. 3 metreden yüksek, alçı yerine tahtadan yapılmış kartonpiyer misali süslemelerle çevrilmiş beyaz bir tavan ve tam ortasından sarkan defne yeşili çiçek işlemeli tek kavanozlu cam bir abajur, yatağa o kadar uzak ki tüm gece Adriyatik’i çevreleyen dik dağlardan esen hava içeri girsin diye kapamadığımız, ferforje demirli yüksek balkon kapısının önündeki panjurun tahta pervazlarının arasından sızıp yatağa, oradan da duvara yansıyan güneş huzmeleri üzerinde havada dans eden ince toz zerrecikleri, Peter Pan’ın etrafında uçuşan perisi Tinkerbell gibi yatağın bir sağına bir soluna geçiyorlar. Uçuşan perilerden bir kaçının narin kanatlarına çarpan güneş ışıkları yansıyıp da havada bir yıldız kümesi oluşturunca kendimi birden pırıl pırıl parlayan Samanyolu altında uyanıyormuşum gibi hissettim.
Pencereden sızan esintiyle havalanan ince beyaz tül perdesi önce havada dalgalanıyor sonra da uçuşan tozların hareketini daha da hareketlendiriyordu. Bazen de güneş ışığına paravan oluyor ve odanın duvarlarında gölge oyunları oluşturuyordu. Sırt üstü yattığım geniş yatakta birkaç çeyrek dakika öylesine seyrettim odayı ve Tinkerbell ile birlikte uçuşan arkadaşlarını.
Kuş sesleri hala devam ediyordu. Panjur pervazlarından, kızıldan sarıya dönüşerek içeri sızan güneş ışınları artık kalkma vaktimizin geldiğini söylediğinde, İklim’le aynı yatakta uyuduğumuzdan suratıma bir tekme yiyince gerçek hayat dönüyor ve aniden yataktan fırlıyorum.
Gece eve dönerken yol üzerinde ki bir marketten gerekli tüm kahvaltılıkları almıştık. Kahvaltı sonunda kendimizi tekrar Lapad plajına atıyoruz. Plajda kimin Rus, kimin İtalyan, kimin Hırvat kimin soğuk Kuzey ülkelerinin sarışınlarından olduğunu çıplak vücutlara bakarak ayırt edebilme ihtimalim olmadığından, galiba birazda fazla bakınca Esra’nın hafif (!) tepkisini aldığımdan, etrafıma bakınamamaya başladım. Çevrede anlatılacak (Lopud adasının uzun kumsalının en ucundaki çıplaklar kampı bu yazının içeriğine giremeyeceğinden…) ve plajda yaşanacak pek farklı bir şey de kalmayınca gözüm plajın sol yanından giden bir patikaya giren ve çıkanlara takılıyor.
İklim, öğlene kadar sudan çıkmadığı için iyice yoruldu. Plaj büfesinden kocaman sosisleri alel acele götürmesinin ardından karnı tok, sırtı da pek olarak daha arabasına koyar koymaz uyudu. Biz de, 45 ºC’lik Antalya’ya göre kış denebilecek 28 ºC’lik bir öğle sıcağında plajda oturmayalım diye o dar patikaya doğru yöneliyoruz. Yol önce lüks bir otelin önünden sonrada otelin lokantası içinden geçmesine karşılık hiç kimsenin (ne geçenin, ne de orada oturanın) kimseye aldırmadan geçip gitmesine şaşırarak yürümeye devam ediyoruz. Yol çam ve meşe ağaçlarının arasından gölgelik bir asfalt-patika şeklinde, bazen denize yaklaşarak bazen bir 10 metre kadar denizi tepeden görecek şekilde yükselerek devam ediyordu.
Ara sıra sağ yamaca yapılmış bir villanın ferforje demir kapısından sarkan Begonviller kafamıza değiyor, bazen de sol yamacımızda ki keskin kayalıklara asılmış bir deniz merdiveninden çıkan birisinin terliklerinin bıraktığı deniz suları üzerinden atlayarak ilerliyoruz.
İçim fena halde, bu masmavi denizin üzerine uzanmış yemyeşil yaprakların örttüğü serin suya dalmak geliyordu. Birkaç 10’lu metre sonra ardı ardına yapılmış birkaç başka butik otel önünden geçiyoruz. Her biri sağda dik yamaca yerleşmiş olmasına karşılık, solda dik ve keskin kayalıklı sahilinde isteyen denize atlıyor, isteyen çok yüksek olmasa da dik kayalık olduğu için bir kartal yuvasına oturmuş kuşlar gibi kayalıklar üzerinde 1 m2 genişliğinde ki bir yerde, havlusuna oturmuş (uzanmış diyemem zira o kadar düzlük yok) bay & bayanlar güneşleniyorlardı.
Bizde ki uzun ve sonsuz rahatlıkta ki plajları gözümün önüne getirdiğimde içim bir hoş oldu. Buralar belki bizimkiler kadar rahat bir plaj havasında değildi ama doğanın biraz endişe verici bu vahşiliği ve bu vahşiliğin cezp edici bir güzelliği ve çekiciliği vardı. Dayanamayıp birkaç kayalıktan kendimi serin sulara bıraktım. İndim çıktım, serinledim. Yol bizi en sonunda Sumratin-Defne plajlarına ve yolun sonunda ki Valamar Dubrovnik Clup otelinin büyük plajına çıkartıyor. Daha devam edersek goncanın 3. yaprağına, Babin Kuk’da ki Copacabana plajına çıkacağımızı bilsek de dönüşü zor olur diyerek Copacabana plajını yarın (6) nolu otobüsle gitmeyi düşündüğümüzden, her bir ufak kayalık plajlarda suya gire çıka tekrar geri dönüyoruz.
Bu akşam Dubrovnik Kalesi var planda. Kaleye, şehre açılan Pile kapısından girmek yerine, daha etkin bir görüntü veren Batıda ki Ploce kapısından girmek için (5) otobüse biniyoruz. Doğu yakasında ki evimizden (5) nolu otobüs ile önce şehri tepeden, akşam alaca karanlığında ışıldamaya başlayan ortaçağ kalesinin muhteşem görüntüsü eşliğinde geçiyor ve esas denize açılan Ploce kapsına geliyoruz. Kapı önünde, pantolonu aşağıya düşmesin diye dizinin altından bağlamış eski askeri üniformalı 2 Dubrovnik askeri, elinde ki keskin mızraklarla kaleyi karadan ayıran su kanalını üzerine indirilmiş kale kapısında hazır ol’da bekleyerek koruyorlardı.
Şimdi turistik olarak orada bulunsalar da, gülmeyen sert mizaçları arasından geçip kalenin yüksek ve açık renkli sert duvarları içine adım adım giriyoruz. Daha girer girmez ben solda, Dubrovnik brendilerini bedava tattıran birkaç tezgâhta, Esra ise rengârenk resimlerin sergilendiği bir açık hava sergisinde, İklim ise kalenin siyah döküm topunun yerinden kımıldamayan döküm güllelerin kenarında kalıyoruz.
Hepimiz kendimize uygun bir oyuncak bulunca birkaç dakika orada eğlenip kale içine doğru ilerliyoruz. Kale duvarları ve içindeki binalar hem yüksek hem sert kayalardan yapıldığından ortaçağdan beri yüzyıllar bir şey olmaması hem doğal hem de biraz korku vericiydi. Ancak ortam herhalde etraf da ki sarı ışık aydınlatmanın altında, biraz da kaleye girerken bedava diye fazlaca içtiğim brendiler sayesinde, çevremde ki tüm bayanları makyajlı, tüm beyleri de neredeyse Grand-tuvalet bir halde gezindiğini görüyordum.
Biraz Esra’nın beni, biraz da benim Esra’yı cimciklememle gördüklerimizin bir hayal olmadığını hemen anladık. Burası normal bir tatil kasabasından çok Avrupa’nın zenginlerinin gerek transatlantiklerle gerek lüks yatları ile gerekse özel turlarla geldikleri lüks ve şık bir tatil cenneti olduğunu görebiliyorduk.
Ondan sonraki 2 gün, gündüzleri dev gemilerin eşliğinde ki plajlarda birçok bayan için mayo üstü gereksiz olsa da bizim örf ve adetlerimiz izin vermediğinden (!) en azından mayolarımızla, geceleri bu sefer sırt çantalarında olabilecek en iyi kıyafetlerimizi büyük bir törenle çıkartıp biraz daha şık giyinip, Ortaçağ yaşantısında ki Dubrovnik’in kale içinde mistik ortamında geçirdik. Esra makyaj yapmayı ben de sakal traşı olmayı tabii ki ihmal etmemiştik.
Bazen ara sokaklara dalıp bir köşeden yayılan istiridye ve kızarmış karides, ıstakoz kokularına karışan hafif bir Jazz sesini takip ediyor ve sokağa yayılan masalarda soluğu alıyorduk. Bazen de bizler gibi onlarca gelip geçenle birlikte ayakta, dar bir sokak köşesinde, bir piyanodan, bir viyolonselden, bir kemandan yayılan tınıları, ayaklarımız üzerinde yorulasıya kadar dinliyor, yorulunca da yerimizi arkadan gelene bırakarak bir başka köşedeki tınıya kadar yürüyorduk.
Hırvatistan da olmamıza rağmen, etrafta dolaşanlar arasında Hırvat olduğundan şüphe ederek, her dinden, her ırktan insanın € harcayarak eğlendiği bir tatil merkezinde, bizim daha birkaç yüz kilometrelik yolumuz olduğundan €’ımızın hepsini bitirmeden güzel anılarla kaleden ayrılıyoruz.
Kalenin tarihini ve kale içindeki birçok müze, kilise ve katedrali yerel turizm ofisinden alınabilecek haritalarla rahatlıkla gezilebileceğini ve internetten de rahatlıkla her dilden açıklamalara ulaşabileceğini bildiğimden bu yazımıza konu etmiyorum. Ertesi sabah, her an her yönde farklı plajlar bulunabilinen, kendi yapısında eğlenceli alanlarında canımız sıkılmadan, bir gün o plaj, bir gün bu plaj şeklinde gezerken adalara gitmeye gerek kalmadan, 4 günümüzü geçirdiğimiz Dubrovnik’ten Budva’ya doğru gitmek için otogara geliyor ve birer Montenegro (Karadağ) bileti alıyoruz.
Ağustos 2010