Budva

Montenegro'nun karadağları altındaki Kotor ve Budva
“….. 4 günümüzü geçirdiğimiz Dubrovnik’ten Budva’ya doğru gitmek için otogara geliyor ve birer Montenegro (Karadağ) bileti alıyoruz.” demiştim en son yazımızda ama hiç de o kadar kolay olmadı bu iş. 

İklim, sabah sabah uyanmak istemedi. Dün, Pile meydanında ki turizm ofisinden Montenegro otobüsünü sorduğumda, sabah 10’da ve bir de akşamüzeri 5’de var demişlerdi. Şimdi saat sabahın 7’si. Genelde sabahları hepimiz dinç kalkardık ama nedense bu sabah bende de bir isteksizlik vardı. Açık balkon penceresi önünde ki kapalı panjuru aralıyorum. Evin balkonu doğuya, dik dağlara bakıyor. Güneş doğmuş ama daha tepeleri aşmamış, etraf aydınlık, ancak güneş daha balkona vurmamıştı. Kısaca çevre aydınlanma havasına girmek üzereydi ama bizim daha afyonumuz patlamamıştı. Sabah planında, hızlı da olsa bir kahvaltı yapılması ve bileti dünden almadığımız için otogara biraz erken gidip bilet alınması vardı.

Çocuklara kalkmaları için birkaç kere seslenmiştim. Yarı açık gözlerle Esra’da, İklim’de bana bakarken bir patlamayla hepimiz irkildik. Sanki savaşı burada yaşamışım gibi biraz ön yargılı olarak “Kesin Sırplardır” ya da “Yine Sırplardır” diye bir düşünce geçti içimden. Bu arada İklim aniden yatağından fırladı. “Yağmurluğum neredeeee?” diyerek başladı valizi kurcalamaya. Bazen bu çocuğun hislerini anlamakta zorluk çekiyordum. Ara sıra isminden dolayı ona takılıyor ve ona ya “Havayı güneşli yapsana İklim.” ya da “ Hava bugün nasıl olacak, İklim?” diye sorduğumuz oluyordu. İklim’de bizim şaka yaptığımıza hiç aldırış etmeden bir meteoroloji uzmanı edasıyla her birine büyük bir ciddiyetle cevap veriyordu.

Ben daha dışarıdan gelen patlamanın ne olduğunu anlamadan İklim’in valizden yağmurluğunu çekip çıkarmasıyla durumu kavrayıp balkona çıktığımda, batı yakasının, denizin üzerinin kara bulutlarla kaplanmaya başladığı görünce benim de beynimde benzer bir şimşek çaktı. Ve bulutların hareketine bakılırsa bir sağanak yağmurun başlamasına yarım saat ya vardı ya da yoktu…

Esra da durumu kavrayınca alel acele katlı yataktan. Ve Allah’tan valizi geceden hazırladığımızdan, ortada ki giyeceğimiz eşyaları hızlıca üzerimize geçirip, kahvaltı etmeyi sonraya bırakarak kendimizi sokağa atıyoruz. Saat 7’30’a gelmekteydi. Ve ilk iri damlalar daha evin bahçe kapısından çıkarken kafamıza düşmeye başlamıştı. Bu gezi, daha önceki gezilerimizin aksine sıcak bölgelere yapılmış bir yaz tatili olduğundan yağmurluk donanımımız biraz yetersizdi. Öncelikle İklim’in arabasının yağmurluğunu kapatıp onu koruma altına alarak, ardında bizde, yağmurdan korumasa da bizi sıcak tutan polar montlarımızı giyip 200 metre uzaklıkta ki otobüs durağına giderken bir yandan da acaba sabahın köründe bir taksi görür müyüz diye etrafımıza bakınıyoruz. Koşar adım otobüs durağına girmeye çalışırken, 10 metre kala, önce leblebi büyüklüğünde düşen yağmur damlaları aniden başımızdan aşağıya bir kova su dökülür gibi birden boşalıyor.

Islanmıştık son 10 metrede… Durağa girince İklim’e baktım. İçi polarlı yağmurluğuna sarılmış oturuyordu. Biraz endişeliydi. Gözlerini kapatmaya korkar bir halde suratıma bakınıyordu. Endişesini dağıtmak için birkaç laf etmek ihtiyacı hissederek, “Daha ne kadar devam edecek bu yağmur, İklim?” diye takıldım gülümseyerek. “Çokkkk…” dedi ve sustu… Birden Esra ile benimde içimizi bir endişe kapladı.

Ortalık kararmış sanki gece olmuştu. Sokak lambaları karanlığa duyarlı olduğundan tekrar yanmıştı. Yoldan geçen bir kaç araba eğimli Dubrovnik yollarından gürül gürü akan sular arasından acele etmeden dikkatlice gitmeye çalışıyordu. Adriyatik’ten hızlıca gelip önümüzde ki dağlara çarpan rüzgâr bir anafor oluşturarak geri dönüyor ve hem ortalığı kasıp kavuruyor hem de ağaçların dallarını yerlere kadar eğdiriyordu. Bizde en azından otobüs durağına sığındığımızdan, yolda olmadığımıza sevinerek yoldan gelip geçen arabalara bakınıyoruz. Yolda yürüyen tek bir insan dahi yoktu. Etrafta bir taksi de geçmiyordu. Zaten geçse de bu yağmur altında ıslanmadan, hatta sırılsıklam olmadan binebilme ihtimalimiz de yoktu. Neyse ki bir kaç dakika içinde boş bir otobüs gelince geniş kapısından içeri hızlıca girip pek ıslanmadan otogara kadar geliyoruz. Otobüs, otogarda da üstü kapalı bir mekânda da durup bizi indirince yine hiç ıslanmadan gişelere kadar gelebiliyoruz.

Buralar, şu anda birbirine yakın, ardışık 3 ülke, eskiden tek vücut Yugoslavya olduklarından, Budva’ya gidecek otobüsler hâlâ Sarajevo’dan gelmekteymiş. Ancak şu anki sınır geçişleri yüzünden de her zaman birkaç saat rötarla gelirler ve rötarları katlayarak Budva’ya kadar giderlermiş. Gişede ki kız bize bunları söyledikten sonra arkasında ki duvar saatine bakıp bana dönerek, “15 dakika sonra Montenegro sınırına kadar bir otobüsümüz var. Oraya onunla gidip sonra oradan sık sık kalkan Kotor & Budva arabalarına binebilirsiniz” dedi.

Önce aktarmalı yolculuğu pek kabul etmek istemedim ama hiç durmadan yağan hatta biraz da sele çevrilmiş yağmura bakıp buralarda kalmanın bir anlamı yok diyerek “Yoldaki yaşam” adına yolda olmanın, ruhumuzu besleyen bir duygu olduğunu düşünüp “Olur. Verin 3 bilet.” dedim.

Elimizde biletlerle ıslanmadan geniş bir sundurmanın altında otobüsümüzün gelmesini bekliyoruz. Otogar ise her geçen dakika daha da kalabalıklaşıyordu. Sanki tüm gezginler yağan yağmurdan kaçarcasına soluğu otogarda almışlardı. Her zaman ki gibi kimimiz elinde bir sandviç, kimimiz bir paket bisküvi, kimimiz de bir litre süt ile otobüsün gelmesini bekliyoruz. Biz de, dünden hazırladığımız sandviçleri, İklim’in buralarda içmeye alıştığı ve bizi de alıştırdığı siyah böğürtlen (Blackberries) meyve suyu eşliğinde karnımızı doyuruyoruz.

Kalabalık hepimizi biraz sıkıştıracak bir hal almıştı ki önünde, ayakta durduğumuz 4 nolu perona şehirlerarası otobüs yerine, Dubrovnik içinde dolaşan belediye otobüslerinden biri, üzerinde ki ışıklı tabelada sınırda ki ilk Montenegro kasabası olan “Hercegnovi” yazısıyla girince tüm bekleyenler biraz şaşırarak bir adım geri atıyoruz.

Ama her an her türlü yolculuk sürprizlerine alışık olduğumuzdan, her birimiz kendi inancı içinde kendi dilinde “Hadi hayırlısı” diyerek otobüste koltuk numarası olmayan yerlere, sanki 2 durak yol gidecekmiş gibi eğri oturup sınıra kadar 1 saat süreceğini tahmin ettiğimiz yolculuğumuz için otobüse yerleşiyoruz. Bu arada yağan yağmurdan 1 damla dahi azalma olmadığı gibi sanki biraz daha artmaya da başlamıştı.

Hiç durmadan yağan yağmura baktığımızda, doğanın yeşilliği şimdi daha bir anlam kazanıyordu. Buralara böyle yağmasa ve arkamızda ki sert kayalıklara Adriyatik’in sert rüzgârları böyle çarpmasa ne çevre bu kadar yeşil olur ne de bu kayalar bu kadar keskin olurdu, diyerek doğanın vahşi cazibesinin oluşumunun hiç o kadar kolay oluşmadığını kavrayabiliyoruz.

Otobüsümüz hiç acele etmeden (zaten acele edecek bir motor gücü de olmadığından) önce dik yamacı yavaş yavaş sardı sonra her an uçurumdan yuvarlanma tehlikesi altında 1, 5-2 saatte kıvrıla kıvrıla sınıra kadar geldi. Yol ve çevreyi anlatmak için artık “Uçurum, viraj, endişe, yeşil adalar” dışında başka bir kelime kullanmak istemiyorum. Ancak ülke sınırlarının ve bir ülkede yaşayanların davranışlarının, olaylara gösterdikleri tepkilerin, coğrafi koşullara ve iklim şartlarına ne kadar bağlı olduğunu, dünyayı gezdikçe görüyor, hayatta kalma mücadelesi adına yapılan her şeyin bu bağlamda bir biriyle ilintili olduğunu anlıyor ve dünyanın hiçbir savaşı artık beni (ve artık bizi) şaşırtmıyordu.

Bir düzlüğü ve ekim alanı nerede ise yok denecek kadar az, yüksek rakımlı Bosna topraklarında yaşayan Boşnak ve Hersekliler, protein ve karbonhidrat alamadıkları için beslenme sorunları yüzünden hep biraz aç, sıska ama sert bir mizaçda yaşarlarken Mostar’dan sonra birkaç dik dağın aşılmasıyla, ılıman Akdeniz rüzgârları etkisinde ki Adriyatik denizinden, protein ve fosfor yüklü besinleri kolaylıkla elde edebilmiş eski adıyla Ragusalılar yani bildik Dubrovnikliler, dünyaca ünlü tuz yataklarından elde ettikleri hatırı sayılır gelirle de başka besin kaynaklarını rahatlıkla satın alabilmişler. Ve daha aklıselim yaşantılar sürdürmüşler. Oysa adı üstünde Monte-dağ, Negro-zenci, Karadağ’a daha girişte, sınırı geçer geçmez birden karşımıza çıkan, denizden bakıldığında dahi 1.000, 1.500 metrelik kapkara dağları karşımızda görünce, önce bir yutkunduk sonra koltuğumuzun arkasına yaslanıp dinmeyen yağmurda Kara-Dağların içine doğru girerken buradakilerin ne yiyip ne içtiğine pek merak eder olduk.

Her adımda, bir kara bulut, “Karadağ” adının hakkını verdirircesine daha da siyahlaşıyor ve çevresini daha da karartıyordu. İçlere doğru ilerlerken de biraz daha fazla yağmur yağdırmaya devam ediyordu. Birden İklim’e dönüp sordum.

“Daha çok yağacak mı İklim?”

Bir şey demeden gözlerini açıp kapayıp, başını aşağı yukarı salladı bizim ufaklık…

İleride Kotor gibi bir fiyordu, Budva gibi bir tatil cenneti ve Bari gibi Avrupa’yı Balkanlara deniz üzerinden bağlayan bir limanı olan bu yeni, çıtır, 3 yıllık ülkeye doğru yavaş yavaş adım atıyorduk. Daha sınırdan girer girmez değişen yol şartları, biraz asılmış suratlar, eski arabalar, Dubrovnik’in taş örme evlerinden sonra sevimsiz gelen boyasız beton yapılar, her an bir araba tekerleğinin düşebileceği asfalt banketin yanına kazılmış, içi son yağan yağmurlar sayesinden su dolmuş kanalı ve içine gelip geçen tarafından atılmış, belli ki birkaç aydır da hiç biri toplanmadığından bazı yerlerde dağ gibi olmuş yüzen plastik şişe, cips ve renkli poşet torbaları ve tüm bu yerel farklılıkları kapatmak istercesine etrafı karartırcasına gölge yapan, Himâlâyalar gibi göğü delip uzaya çıkmış hissi veren dağlar, sınırların ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu gösteriyordu. Ancak bizim merakımızı gidermiyordu. Acaba buralarda ne yenebiliyordu?

Sınırı birkaç km geçince karşımıza çıkan Hercegnovi kasabasında duran otobüsümüzden iner inmez hemen yanında bu otobüsü bekleyen Budva mini-otobüsüne yerde ki su birikintilerine basmamak için parmak uçlarımızda yürüyerek geçmeye çalışıyoruz. Araba en az 10 senelik. Arabaya, “Kotor, Kotorrr. Atobus sada ideeee! Budvaaa, Hayyde Budvaaa.- Kotor’a otobüs şimdi kalkıyor. Haydi Budva’ya…” naraları atan çığırtkan bir kâhyanın bağrışları arasında birbirimizi ite kaka, Hercegnovi otogarı diye bir yer olmadığından yol üzerinde ki bir cepten biniyoruz. Birden şartlar çok değişti. Sadece tüm koltukları dolu klimalı bir otobüsten, hınca hınç dolu ve koltuk aralarında ayakta yolcular alınmış perdeleri kirli, koltukları yırtık pırtık bir mini-otobüs’e terfi etmiştik.

Arabaya biner binmez camdan dışarı bakınıyorum. Bekleme cebinin yanından akmayan trafik gözümüzü korkutuyordu. Akşam iş çıkışı Mecidiyeköy’den Boğaziçi köprüsü üzerinden Asya yakasına geçer gibi adım adım, 2 koltuğu, 3 kişi paylaşarak Budva’ya doğru gitmeye çalışıyoruz. Yağmur, tam biz otobüs değiştirirken dinmiş ama otobüse biner binmez kaldığı yerden bir susup bir ağlayan şımarık bir çocuk gibi tekrar başlamıştı.

“İklimmm!” dedim bizimkine dönerek, “Sen mi ayarladın bu yağmura ara verdirmeyi?” Anlamsızca gözlerime baktı ve gülümsedi. Hem “Evet” hem de artık “Hala mı anlayamıyorsun bunu baba?” dercesine…

Az gittik uz gittik derken yol, 30 km’lik çevresini dolaşacağımız, 900 km2’lik bir alanı kaplayan, ağzı açık bir göl gibi duran Kotor fiyordunun deniz-gölü havzasına yaklaşıyoruz. Çevreyi yağan yağmur altında algılamakta zorlanacağımız için biraz üzülsek de, bekli de dik dağlardan başka bir şey göremeyeceğimizden çok da kafaya takmadan, fiyordun balon ağzı gibi dar boğazına geliyoruz. Karşı kıyıya, yaklaşık 100 metre kadar uzağa 10’ar araba taşıyan, bir iskeleye yanaşmış gemiler ve ardına kuyruk olmuş çoğu Bari’den İtalya’nın Bar limanına geçecek olan İtalyan plakalı yüzlerce araçlarla karşılaşıyoruz. Kotor fiyordunun giriş ağzı hani gerilerek koşar adım zıplasak karşı kıyıya geçilecek, ya da hani bağırsan sesini duyurabilecek kadar yakın ama transatlantiklerin geçebileceği kadar derin. Karşı kıyı, Lapetane’a, Çanakkale-Kilitbahir arası çalışan özel takalara benzer ufak gemilerle geçen araçlar, yolu en az 1, 5 saat kısaltıyorlardı. Biz o köy senin, bu kasaba benim şeklinde yolcu indire, bindire gideceğimizden, zaten Kotor’u ve Akdeniz’in tek fiyordunu da görmek istediğimizden, tüm deniz-gölü havzasını turlamayı sevinerek kabul etmiş vaziyete sıkışık otobüste gidiyoruz.

Mini otobüsün tepede ki havalandırma kapağı açık olduğu için içeriye yağmur girmeye başladı. Kapağı kapatsak içeride ki kalabalıktan havasız kalacağımız için boğulacağımız kesindi. Yağan yağmur, ayakta duranları iyicene ıslatmaya başlayınca koltuklar arasından gezinen muavin birkaç kişiyi ezerek yanımıza gelip önce kapağın ağzına havlu gibi bir şeyler sıkıştırarak akan yağmurun yönünü değiştirmeye çalıştı ve sonra geride kalanlara aldırmadan öne, yerine döndü. Bir müddet sonra havlu pek fayda etmeyince şapkamı deliğe tıkadım. İçere sızan yağmurda, havada kesilmişti. Akan yağmur bizden çok, ayakta duran bir kaç kızın kafasından aşağıya indiğinden, onlar bizden daha memnundu.

Havasız bir ortamda ara sıra şapkayı çekip içeri hava girmesini sağlayıp sonra ıslanınca tekrar şapkayı tıkayarak yol alıyoruz. Yolculuğun çoğu deniz seviyesinde, tek gidiş-gelişli dar bir yol üzerinden, deniz içinde bir tekne de gider gibi Kotor fiyordunu turladık. Otobüsten inmesek de, geçen senelerde gördüğümüz Norveç fiyortları gibi çok büyük olmasa da bu coğrafyada böyle bir derin kanal, böyle koyu bir deniz, böyle 80-85 derecelik dik ve vahşi dağlar görmemiz bizi çok mutlu etmişti… ( http://www.kotormontenegro.net)

Kotor’un bir plajı olmadığı için kalmayı düşünmediğimizden, ancak doğasının cazibesi gereği, Dubrovnik’ten sonra Adriyatik de dolaşan tüm cruise gemilerinin mutlak uğrak yeri olan devasal transatlantiklerin zor sığdığı bir limanı, ortaçağ zamanından kalma eski bir Kaleiçi şehri, bir Ortodoks kilisesi ve bir Katolik katedrali olan evleri ve doğasıyla göz kamaştırıcı, kesin görülmesi gereken bir kasaba Kotor. Yağan yağmur altında görüş mesafemizin kısalığından içimiz biraz cız ederek geçtik Kotor içinden ve protein yüklü istiridyelerin yetiştirildiği yetiştirme çiftliklerinin yanından. Ardından da, Balkanları Avrupa’ya bağlayan Adriyatik kıyı yolundan, o iki arabalık dar yol üzerinde, bir de birçok köy ve kasabanın giriş çıkışlarını yöneten trafik lambalarında dura kalka, sabah 9’da Dubrovnik’ten başladığımız yolculuğumuzu akşamın ikindisinde, saat 5’e gelirken Budva’da nihayet sonlandırabilmiştik. Ancak yağmur gelmesin diye havalandırma deliğine tıkadığım şapkamı otobüste unutmuştum.

Açıkçası hem sıkıldık hem de yorulduk daracık otobüsün içinde. Neyse ki memleketten biraz olsun alışığız…

Budva diye bir yere geldik ama burası bizim için tam bir kapalı kutuydu. Tek bildiğimiz Rusların kendilerine seçtikleri tatil merkezlerinden birisi olduğuydu. Yolculuğun sadece son 15 dakikamızda yağmur dinmişti. Tüm gün yağan yağmurda kapalı bir araba içinde en azından yol yaparak geçirmiş olduğumuza sevinerek, bir plajda olmadığımıza şükredip, 8 saatlik yolculuğumuzu Budva otogarında tamamlıyoruz.

İklim’e takıldık iner inmez… “Yağmur devam edecek mi İklim?” diye sorduğumuzda, bizimki, tüm gün hava sıcaklığı 22º civarında olduğundan, sabahtan beri sırtında taşıdığı polarlı yağmurluğunu çoktan çıkarmış ve hayatın da ilk defa bu kadar uzun bir yolculuk yaptığından da canı çok sıkılmış bir halde daha iner inmez otogarda ki kapalı çocuk parkını görünce parka doğru gitmeye başlamıştı. Bir yanda da bize laf yetiştiriyordu. “Yağmur yağmayacak artık babaaa…” Biz de biraz şaşkın bir halde hem gökyüzünde dağılan bulutları seyrediyor hem de İklim’in ardından parkın yanında ki kafede soluğu alıyoruz. Hepimizin biraz nefes almaya ihtiyacı olduğundan ufaklık kaydıraklardan kayarken bizde birer kahve ve çikolatalı kek ısmarlıyoruz.

Bizi burada karşılayanlar biraz daha az İngilizce konuşuyorlardı. Suratları daha az gülse de buradakiler de Dubrovnik otogarındakiler gibi biraz acemice, odalarını kiraya vermeye çalışıyorlardı. Ellerinde, evlerinin fotoları olmadan anlamadığımız bir lisanda konuştuklarından başta ne demek istediklerini pek anlayamamıştık. Sonra çat-pat anlaştık ama bir oda kiralamadık. Bu sefer yolda gezerek, evi görerek bir oda kiralamayı daha çok istedik.

Dubrovnikte ki aynı taktikle, merkezin sadece 2 sokak ilerisinde olduğumuzdan, yavaş adımlarla merkeze yürüyerek bir oda bakınmaya başladık. Yol üzerinde hemen hemen her binanın duvarlarında ya da balkon korkuluklarının bir yerinde “Soba-Zimmer-Room” tabelalarını gördüğümüzde burada da konaklamada sorunu yaşamayacağımızı hemen anladık. Birkaç oda sorgulamasını ardından 2 katlı bahçeli bir villa içinde bir oda bularak birkaç saat dinlenmek için odamıza kapandık.

Akşam serinliğinde karnımız acıkınca başladık yine sokaklarda gezinmeye. Yok. Yok, bundan sonrasını anlatmakta zorlanacağım ama kısa bir cümle ile konuyu abartmadan geçeyim.

“Tüm Beyaz Rusya ile Ukrayna’nın yaş ortalaması 20 olan kızları Budva’ya gelmişti. Ortada ki durumun benim adıma olan vahametini, Esra’nın 2 göbek gerisinin Kırımlı olması dahi kurtarmıyordu…”

Budva, içiyle, dışıyla tam bir Rus tatil merkezi. Ve bu ülkede neden resmi olarak € geçtiğini ve nasıl bu adımın atıldığına şaşıyoruz. Sanki Rusya’nın tüm enerji sektöründe kazanılan paralar, çılgınca harcansın diye Avrupa’nın ortasında Rusların dilinden ve dininden anlayan sanal bir tatil merkezi kurulmuştu. Batının doğalgaz ödemeleri ile Avrupa’dan Rusya’ya giden €’lar, sanki Budva üzerinden tekrar Avrupa’ya geri dönüyordu.

Budva’nın merkezinde geniş çakıllı bir plaj var. Burada da 7-8 € karşılığı 1 şemsiye, 2 şezlong kiralanıp plajda tüm gün konaklanabiliniyor. Plajın arkasında ki 2, 5 km’lik yürüyüş yolun bir ucu eski ortaçağ kenti kaleiçi, “Stari Grad-Budva”ya diğer ucu ise lüks otellerin inşa edildiği bir yamaca uzanıyordu.

2, 5 km yürüyüş yolu boyunca, akla hayale gelebilecek her türlü yemek, hediyelik eşya satıcıları, çevre bölgelere günübirlik tur satan ofisler, birkaç yüz metrede bir her yaştan insana eğlence sunan lunaparklar (bu en çok İklim için tabii ki), akşam 22’de açılıp sabah gün ağarırken kapanan bar ve hiç birine giremediğim (!) striptiz mekânları, birçoğu benim göğsüme kadar gelen ince belli, uzun bacaklı Hanım ablaların (!Artık Esra’nın tepkisinden korkuyorum…) arasında 4 gün geçirdik.

Budva içinde ki iğne atsan yere düşmeyecek kalabalıkta ki plajı saymazsak, çevresinde 2 büyük plaj daha var. Her ikisi de şehir dışında, 3-5 km uzaklıktaydı. Birisi batısında, yerel otobüs ile 2 €’ya gidilen biraz lüks ahalinin takıldığı, görüntüsü muhteşem Sveti (Saint) Stefan adasısın sağ ve solunda ki ufak plajları. Diğeri doğusunda yine 2 €’ya gidilen Jaz halk plajı…

Serin suları ve ufak çakıllı sahilleri ile bildik Fethiye, Kaş, Kemer sahil şeridindeki plajlardan olsa da dik dağların eşliğinde farklı kültürden insanlarla farkı yerlerde olmak, yoldaki yaşamı hissetmek adına hepimize keyif vermişti.

Montenegro günlerimizin sonuna gelmiştik. İndiğimiz andan itibaren gündüzleri hiç eksilmeyen güneş bize sıcak günler ve akşam esen rüzgârda serin geceler yaşatmıştı. Tek bir gün dahi klima ihtiyacı duymadan gündüz ve geceleri geçirebilmiş olmanın keyfi ile yarın önce eski başkentleri Cetinje’de ki Saint Peter Manastırına, ardından da bizim Sümela Manastırı gibi tepelere kurulmuş yeni başkentleri Podgorica’da ki Ostrog Manastırına, oradan da Sırp vizemiz olmadığı için Sırbistan’ı uçarak aşıp Üsküp’e gidecektik.

Cetinje ve Ostrog gezisini nasıl yapalım diye son akşam sahildeki tur şirketlerinin panolarına bakınıyoruz. Tüm turlar önce Ostrog’a sonra dönüş yolundan Cetinje’ye girdiklerinden bizim Podgorica da kalma şıkkımıza ters düşüyorlardı. Cetinje, Budva’dan, şehirlerarası otobüs ile 30 dakikalık kısa bir yolcukla gidilebilinen bir dağ başkenti. (eski Başkent) Ancak yolu, ana yoldan saptığı için biraz virajlı görünüyordu. Önce otobüsle Cetinje’ye mi gitsek yoksa turlarla adam başı 25 € ödeyip sadece Ostrong Manastırına gidip dönüşte Podgorica’da mı kalsak, söyle mi, böyle mi yapsak diye konuşurken yol kenarından bir taksi içinde bekleyen yaşı ilerlemiş bir teyzenin şoförlüğünü yaptığı taksiye gözümüz takılıyor.

“Hello” dışında bir İngilizce kelime bilmeyen Montenegro'lu teyzem ile el işaretleri ve harita üzeriden anlaşarak önce Cetinje’ye sonra Ostrog Manastırına, ardında da kendimizi şehrin 20 km ters yönünde ki Podgorica havalimanına bıraktırmaya anlaşıyoruz. Sabah 8’de buluşmak üzere el sıkışıp, yürüyüş yolundan son bir kez yürümeye karar veriyoruz.

Budva’da son gecemizde, Esra hediyelik eşyalara hem bakıp hem el sürerek, İklim lunaparklardaki bazı oyuncaklara hem bakıp hem bazılarına binerek, ben ise etrafta gezinen çıplak Ruslara, aile bağlarımızı daha fazla yıpratmamayım diye sadece bakınarak gecemizi tamamlıyor evimize gelip yatıyoruz.

Ağustos 2010