Cetinje

Montenegro'nun Cetinje ve Ostrog Manastırları
Sabah Cetinje’ye doğru gitmek üzere gene sarmaya başladık dağları. Birkaç km denizi tepeden görüp içerlere, dik dağların arasına girdi yol. Ama hem yılan gibi kırılması hem de yukarılara sarması bitmedi. Bir yandan yavaş yavaş yükseliyoruz bir yandan da Montenegro’nun o çok merak ettiğim iç coğrafyasına doğru ilerliyoruz.

Uzaklar, sağ, sol yamaçlar, ön- arka alanlar, artık her yer karadağlar…

Önce birkaç temiz köy geçip bizce büyük bir kasaba denilecek kadar ufak eski yönetim başkentleri, şimdilerin dini başkenti Cetinje ve çevresindeki tarihi evlerin olduğu şirin bir mekâna geliyoruz.

Montenegro'lular, uzaktan akraba oldukları Sırplılar gibi Ortodokslar. Belki de bu yüzden uzun yıllar dinlerini uygulamak yasak olsa da dünyanın en koyu Ortodoksları olan Ruslarla bu kadar kolay anlaşabiliyorlar. Dinin insan kitlerini ne kadar kolaylıkla birbirine yanaştırdığını, ancak çıkan anlamazlıklarının da ne kadar dine ve inançlara bağlı olduğunu görebiliyorduk. Ama biraz sonra yaşayacaklarımızdan haberdar değildik.

Taksiyi kullanan teyzemiz Snezana, karalar bağlamış gibiydi. Siyah pantolonu üzerine siyah bir gömlek giymiş, tenine bakılırsa çok da siyah olmayacak saçlarını koyu zifir kara siyaha boyatmış ve arkadan üzerinde hiçbir takı olmayan siyah bir toka ile topuz yapılmıştı. Siyah ayakkabıları içinde ayakları görünmesin diye siyah kalın çorapları, siyahın renk tonu farklılığı sayesinde pantolonundan ve ayakkabısından ayrılabiliyordu. 1 saattir, araba kullandığı için bana bakmadan ve İngilizce bilmediği için pek konuşmadan geldiğimizden gözlerinin rengini görememiştim. Arabadan inerken torpido gözünü açıp içinden geniş camlı siyah bir gözlük çıkarıp gözüne takınca, gözlerinin rengini hiç göremeyeceğimi anladım. Arabadan iner inmez o ana kadar boynuna bağlı duran ince tül siyah fularını çözüp saçları görünmesin diye siyah saçlarını örtmek için başına bağlamasıyla kendimi nerede, hangi coğrafyada hangi dini topluluğun içinde olduğumu sorgulamaya başladım.

Ağır adımlarla hep birlikte Cetinje’nin en büyük dini eğitim merkezi olan Saint Peter Manastırının taş örme surlarına ve döküm çelik kalaslarla kuvvetlendirilmiş geniş ahşap kapısına doğru yürümeye başladık.

Hiç birimizin konuşacak bir hali yoktu. Snezana kapı önüne gelince bir dizini yarım kırıp bir yandan kapı önünde başını yere doğru eğerek bir serenat yaparken bir yandan da göğsünden çıkardığı boynuna asılı İsa’nın çarmıha gerilmiş haçını sağ eliyle tutarak önce dudaklarına götürüp istavroza bir buse kondurduktan sonra istavrozu soluna, kalbinin üzerine ardından göğsünün sağına götürüp sonra tekrar koynuna itina ile soktu. Yarı çömelmiş durduğu yerden kalkarken istavroz çıkarırken başladığı duasını bitirdiğinden iki elini yüzüne sürüp gökyüzüne, sonsuz maviliye bakarken son bir kaç kelimeyi mırıldayıp etrafına üfleyerek duasını tamamladı.

Kalın çerçeveli siyah gözlükleri ardından gözlerini görmüyordum ama ruhundan yayınlan enerji ile hem kalbini hem de gözlerinin yaşardığını hissetmiştim.

Esra benden daha temkinliydi. Renkli de olsa güneş’ten korunmak sık sık başına bağladığı tülbendini çıkartıp omuzlarından sarkıtıp kapatacak şekilde başına bağladı. Ben biraz çıplak kalmıştım kısa bir şort, kolsuz bir atlet tişört ve sandaletli çıplak ayaklarımla…

Snezana, meramımı anlamış olacak ki, “Merak etme içeride üzerine örtmek için uzun bir şal verecekler” dedi veya ben öyle anladım söylediği birkaç Sırpça kelime yanı sıra kapıdan kara çarşafa sarılı çıkan birkaç turisti görünce. Kapı girişin yanında içi bir-iki parmak suyla dolu, iki-üç karış genişliğinde, üç-dört metre uzunluğunda bir su tankı vardı. Üzerinde sarı ışık saçarak yanan yüzlerce mum, gündüz olmasına rağmen ortalığı sapsarı yapıyordu. Mumlardan çıkan isler tüm tankı ve önündeki sağanlıkta duranları ya da dua edenleri olası bir yağmurdan koruyacak şekilde yapılmış sundurmanın taş tavanına uçuşarak salına salına çıkıyor ve orada birkaç milimlik kurum tabakasının daha da katmanlaşması için üzerlerine yapışıyordu.

Ortamın ağırlığı hepimizin üzerine çökmüştü. Ecele etmeden içeri girerken sağ yanımızda ki bir kapıdan biraz önce çıkan uzun şallı turistlerin ardında yekpare uzun siyah entarili, ayaklarında siyah mesli ve başında tüm kafasını kapatacak şekilde siyah kısa bir fesli bir rahip, boynunda asılı olan ağırlığı bir kilodan fazla olduğunu salınımından tahmin ettiğim, üzeri kırmızı ve beyaz belki kıymetli taşlarla kaplı, işlemeli gümüş istavrozuyla Snezana’yı görünce gülümsemeye başladı. Ve hiç çekinmeden ve de hiç de üşenmeden 20 dik basamağı inip yanımıza kadar geldi.

Snezana, rahibin kendine gösterdiği samimiyetine karşılık vermek istercesine iki elinin avuç içlerini birleştirip dudağına götürerek bir buse kondurdu önce. Ardında da, kendisine yaklaşan rahibe doğru ellerini uzattı. Rahip sadece başını hafif öne eğerek iki eliyle Snezana’nın kendisine uzattığı ellerini kavradı ve kendisine bakan yüzüne bir buse kondurup, “Hoş geldin” gibilerinden bir şeyler söyledi. Aynı anda gözlerinin içi ile gülerek selam verdi.

Biz, bir adım geride, önümüzde yaşanan bu Yunus’un Allah’a olan aşkının dünya üzerinde ki tekrarının tekabül edildiğini sahneyi seyreder haldeydik.

Kendi aralarında bir şeyler konuştular önce. Ardından başrahip bize dönerek düzgün ama aksanlı bir İngilizceyle içerisini bir on dakika sonra tekrar açacağını ve eğer mümkünse bu süre zarfında manastır içinde bekleyip bekleyemeyeceğimizi, arzu edersek içeride dolanabileceğimizi, daha da arzu edersek manastır’ın hediyelik eşya dükkânından bir şeyler alıp manastırına yardım edebileceğimizi, o kadar nazik bir şekilde söylemişti ki rahip şimdi naziklikten kırılıp yer düşecek diye düşünmeye ve biraz da, o ilk başta çıktıkları oda hakkında söylediklerini tam anlamamış ve içeride ne olduğunu kavrayamamışlığın ezikliğinde utanmaya başlamıştım.

Rahibi anlamadan ve daha fazla uzatmadan “How do you wish! (Nasıl arzu ederseniz!)” dedim nazikçe.

Başladık manastır içinde İklim ile dolanmaya. Bizimkinin daha ruhani duyguları pek oluşmadığından manastır içindeki mumları, yaş günü mumu zannedip hepsini üfleyerek söndürmek için mumlara doğru yöneldi. Biz “Hayır. Ayıp. Günah.” gibi şeyler söyledikçe de biraz dudaklarını bükerek “Eğlenmeyeceksek, yaş günü mumlarını üflemeyeceksek o zaman neden tatile geldik.” dercesine suratını asmaya ve ağlamak için dudaklarını aşağıya kıvırmaya başladı.

Zor ikna ettik ufaklığı. “Yoldaki yaşam” her an, her birimize bir şeyler öğretiyor yaşantımıza bir şeyler katıyordu. İklim’de şimdilik ayıbı günahı anlamasa da, her yanan mumu üflememesi gerektiğini kabul etmiş ama çocukluğu devam ettirmek istercesine, rahibin biraz önce yavaş adımlarla indiği dik merdivenleri koşar adım çıkıp ve tekrar inmeyi kendine oyun edinmesiyle içi rahatlamıştı.

Manastırın hediyelik eşya dükkânına girip, Sarajova’da ki Gazi Hüsrefbegov bedesteninde satılan simgelerden ve resimlerden tek farkın onların Arapça ve beyaz sakallı hocaların resimlerinin olduğu kitaplar ve çeşitli ikonlar, bunlarınsa İsa ve siyah sakallı rahiplerin resimlerinin olduğu Kiril alfabesiyle yazılmış kitapların arasından dolaşıyor ama bir şey satın almıyoruz.

Uzaktan uzağa bizi izleyen rahip, alışverişe olan anti-yatkınlığımızı beğenmemiş olacak ki, bir kaç mum alıp yakmak isteyip istemeyeceğimiz sordu. Ben anlamamış gibi başımı diğer tarafa çevirip gümüş ikonlara ve üzeri istavrozlu çerçevelere bakınmaya devam ettim.

Rahibin bizim hakkımızda ki şüpheleri kafasında dönmeye başlamış olsa da daha durumu anlamıştı. Dükkândan çıkıp, o önemli oda kapısına doğru yürürken İklim’i ne olur ne olmaz diye artık kucağımda taşıyordum. Kapısı açık ön bölmeden kafamızı çarpmamak için eğilerek içeri giriyoruz. Sol tarafta ki ufak bir pencereden sızan gün ışıkları, pencere önüne konmuş gümüş bir şamdana çarparak yansıyor ve içeriyi aydınlatmaya çalıyordu.

Bizim içeri girdiğimizi gören Snezana arkamızdan geldi. Birkaç saniye sonra başrahipte arkamızdan içeri girince zaten sessiz olan ortam birden daha sessizleşmiş, sanki havada uçuşan tozlar rahipten çekindiğinden sessizliğe katkı sağlamak için uçmaz olmuştu.

Rahip ortamın bu halini bozmak istemediğinden çok kısık bir ses tonuyla bir şeyler söyledi. “Hı” diye cevap verdim anlamadan. Esra, sol yanımda heyecanla etrafın o karanlığında olanı biteni anlamaya çalışıyor, İklim ise kucağımda ne olduğunu anlamadan ama eminim ki biraz korkarak etrafı gözlemliyordu.

Rahip, uzun siyah entarisinin kenarından elini içeri sokarak entarisinin tek tarafını geriye doğru ittirerek uzun sarı bir urganla beline bağladığı büyükçe bir anahtarı tutup yukarı kaldırdı. Sonra bize dönerek ruhani bir şeyler söyledi. Ben bu sefer “Hıı” dahi diyemeden kapkara rahibi ve vişneçürüğü kadife bir örtü ile kaplı sandukaya bakmaya başladım.

Snezana, sağ yanımda duruyordu. Rahibin anahtarı çıkarması ile ruhu kabarmıştı. Daha anahtarı deliğe sokarken, aynı kapı önünde rahiple karşılaştığında yaptığı gibi iki elinin avuç içlerini birleştirmiş dudaklarına götürmüş bir halde bekliyordu. Birden bir hıçkırık duydum Snezana’dan. Elini hâlâ dudaklarında tutuyor ama aynı anda da için için ağlıyordu.

Rahip ile göz göze geldik bir ara. Anahtarı deliğe sokmuş hani tam çevirmek üzereyken, “Emin isiniz? Açayım mı?” der gibi bakıyordu.

“Hıı” deyip demediğim bile hatırlamıyorum. Gözlerimi kıstım biraz hem endişeli, hem de meraklı olarak. Rahip anahtarı bir tur çevirdi, kapağı hafif aralarken yüksek sesle bir iki dua kelimesini arka arkaya söyledi. Ya da haykırdı. Bana bağırıyor gibi geldiğinden birden kucağımda ki İklim bana, ben İklim’e daha sıkı birbirimize sarıldık.

O sırada Esra sol yanımda, kolumun dirseğinden tutmuş kımıldamadan bekliyordu. Snezana’nın hıçkırıkları biraz daha artınca Esra’da, bende durumdan endişe duymaya başlamıştı ki rahip sandukayı açtı sanki bir besmele çeker gibi bir şeyler söyleyerek…

Bizler yerimize mıhlanmış olarak kımıldamadan ve hiçbir tepki gösteremeden hatta ve hatta anlamsızca açılan sandukaya bakarken Snezana daha fazla dayanamayıp hıçkırıklarına daha fazla hâkim olamayarak, ağlayarak sandukaya ilerledi ve üzeri camla kaplı bir yeri öpmeye başladı.

Esra, yarım adım gerimde ama hep birlikte birer adım atarak yaklaştık, hem rahibe hem de hala dudakları camekânın bir yerine yapışmış Snezana’ya.

Sanduka üzeri camla kaplı olduğundan ve birazda yanda durduğumdan parlayan ışıktan o anda içini tam göremedim. Ve biraz ruhsuz bir şekilde rahibe dönüp bu nedir diye sormak için bir adım daha atarken camın üzerinde duran gümüş kâseye gözüm takılınca sustum birden.

Karadağların arasında, gözlerden uzak taş surlarla çevrili bir manastırda, karanlık dar bir oda içinde, kitli bir sandukadan çıkan bu kâsenin, Siyon tarikatının yüzyıllardır aradığı “Kutsal kâsesi midir?” diye düşünürken çanağın içinde en azı 20 € olan birkaç kâğıt Euro’ları gördüğümde, buraya en azından 20 € atılması gerektiği anlatmaya çalışan bir kâse olduğunu anlamamı sağlamıştı. Bizim saflığımızı ya da farklılığımızı daha hediye dükkânında hissetmeye başlayan rahip daha fazla dayanamayıp, “Siz Hıristiyan mısınız?” dedi olmama ihtimalimizin içinde yarattığı ilk acıyı hissederek.

“Müslüman’ız” dedim birden ve binlerce bardağın yüksek bir yerde patır patır düşüp kırılırken çıkardıkları çatırtıyı duyar gibi oldum. Rahipte, Snezana’da yıkılmışlardı...

Ben bu ana kadar buralara kadar, birçok şeyin pazarlığını yapıp az para harcayarak bir tatil yapmaya çalışırken daha ne olduğunu anlamadığım bir dizi kutsal emanete en az 20 € vermeden buradan nasıl sıyrılırım diye düşünerek Esra’ya dönüp “5 € var mı?” dedim. “Yok!” cevabı, cebimde duran en ufağı 50 Euro'yu bozdurmadan buraya girmiş olduğuma kendi kendime kızmamla buradan bir bahşiş vermeden ayrılamayacağımı hissedip, 50 €’yu vermek zorunda kalacağımın endişesiyle başımdan aşağıya terler çoktan boşalmaya başlamıştı bile.

Vakit kazanmak ve içinde bulunduğumuz durumdan nasıl sıyrılırız bulmak için daha önceden sormaya çalışıp soramadığı sorumu patlattım. “Ne var bu sandukada?” dediğimde 2. gafımı yaptığımı daha fark etmemiştim. Rahibin o ana kadar yaşadığı şaşkınlığı, bu özel sandukayı bir Müslüman’a açmış olmasının verdiği sıkıntıyla içten içe kızgınlığa dönüşmüş bir ruh hali eşliğnde “Sveti Petar” dedi hani hem canlı birisinden bahseder hem de Sevgili Azizi Saint Peter’in 150 yıllık mumyasının koruyuculuğu üslenmiş olmasının verdiği gururla.

Bizi kapıda karşılayan o nazik, çıt kırıldım Rahip çoktan gitmiş, yerini her an öfkeden kükreyecek bir halde siyahlar giymiş bir zebaniye dönüşmüştü.

Korktum birden…

Elimi cebime attım en azından birkaç bozuk € olacağını umarak. Cebimde ki şıkırtıları kulağımla duyduktan sonra elimde de hissedince içimi bir umut kapladı. Buradan birkaç € vererek kurtulabilecek ve bu karşımızda dönüşüme uğramış Rahibi belki rahatlatabilecektim.

Bir yandan elimi cebimden çıkarmaya çalışırken diğer yandan hala vakit kazanmaya çalışarak biraz da “Saint” mi “Sir” mü diyeceğimi bilemeden ikisini de kullanayım da ayıp olmasın diye “How many year Sir, Saint Peter is here?” dedim biraz ahlaksıca…

Camekânın arkasında, 150 yıldır yatan Saint-Peter’ın mumyasının eli üzerinden dudaklarını kaldırarak bana bakan Snezana durumun vahameti anlamış olacak ki, o ana kadar arabasında bir Müslüman taşıdığından habersiz olduğunu ve bizi buraya getirdiğine bin pişman olduğunu hissettirmek için Rahipten özür dilercesine bir bana bir ona bakıp ardından Saint-Peter’in 150 yıllık elinin mumyalı halini birkaç defa arka arkaya öperek ortamı eski ruhani haline sokmaya çalıyordu.

Ben de bir an önce bu ağır duygusal ama bana ait olmayan bir geçmişten kurtulmak için 3. ve son densizliğimi yapmak için elimi cebimden çıkartım 2 tane 1 € ve 1 tane 50 centi kâsenin içine bırakarak bir an önce görevimi az da olsa yapmış olmanın rahatlığı ile oradan kaçmak için önce rahibe, “Müslüman’ız ama Tanrılarımız aynı. Siz de, biz de aynı Tanrıya inanıyoruz” gibi gereksiz bir laf ettim. Ardında da Rahip tek kelime etmeden biraz sertçe sandukayı kapadı. Başını önüne eğdi.

Hani benim Müslümanlığıma mı kızdı, yoksa kâselerin içinde 50, 100 €’lar dururken bir kaç bozuk €’ı verdiğime mi bozuldu, yoksa her ikisine birden birkaç €’ya bir Müslüman’a 150 yıllık Saint-Peter’in mumyasını açtığına mı bozuldu bilemeyeceğiz ama artık tek bir isteğimiz vardı, oda bir an önce bu manastır’dan çıkıp gitmekti.

Hızlı ve ruhsuz bir veda ile Mehter marşı ile geldiğimiz manastırdan İzmir marşı ile koşar adım kaçar gibi çıkıp kendimiz Cetinje’nin geniş meydanına attık.

Zor nefes alıyorduk Esra ile. Hem ardışık yaptığımız densizlikler nedeniyle biraz kendimize kızmıştık hem de dini duyguları pazarlayan Hıristiyan âlemine...

Sonra aman canım dedik, Yok mu aynısı bizde… Yok, mu teli kıymetli Telli Babası, nefesi kuvvetli Üfürükçü Hocası boyu meşhur Uzun Evliya Türbesi, suyu şifalı Çeşmeci Baba türbesi?

Sinirimizi biraz olsun yumuşatmak için yeşillikler içinde dolaşıp üzerimize konan zebanilerden kurtulup 15 yy dan buyana eski başkent olduğundan kendince güzel, Montenegro’nun geçmişini anlayabileceğimiz birkaç müzeye girip çıktık. Sonra da öğle sıcağında ara yollardan Ostrog Manastırına doğru yönlendik.

Bir saatlik bir yolcukla Ostrog manastırının dağ yamacına geldiğimizde benzer kıvrımlı yollardan genişliği en az 10 km genişlikteki bir vadinin başına en tepeye, 17 yy da inşa edilmiş Ostrog Manastırına kadar geliyoruz. Sümela Manastır’ı gibi döne döne tırmanarak çıktığımız kartal yuvası şeklinde ki manastır’da önce bir soluklandık sonra etrafa hayran hayran bakındık. Manastırda bulunana diğer 2 Azizin mumyalarını aynı Cetinje’de ki gibi ama bu sefer daha tecrübeli bir şekilde oraya gelen yüzlerce Ortodoks’la birlikte ziyaret edip bir densizlik yapmadan kutsal emanetler odasından çıktık. Çıkışta özenle ve bilinçli olarak içinden geçilmesi sağlanmış hediyelik eşya dükkânından tanesi 50 cente satılan mumlardan bizler almasak da, Manastırı gezinen Ortodoksların ve bizim Snezana’nın onlarcasını alıp, 5’er 10’ar €’ları hiç çekinmeden vermelerini izledik. Ardında da karanlık mum odalarında ağlaya ağlaya dua etmelerini uzakta bir ağaç altında oturarak bekledik.

Tanrının her yerde olduğuna inandığımızdan, buranında Tanrının bir evi olarak kabul ettiğimizden hem öbür dünyada ki büyüklerimize hem de kendi hayatımızın sağlık ve neşe içinde geçmesi için Ortodoks’larla, Hıristiyan’larla ortak Tanrımıza dua edip, sevgili taksi şoförümüzü bir yarım saat duasını bitirmesini bekledik.

Sonra bir şeyler yemek üzere hep birlikte yol üzerindeki kömürde tepsi kebapları pişiren tipik bir Montenegro lokantasına girdik.

Bizim arkamızdan toz attırarak parka giren siyah bir Range-Rover jeep sertçe fren yaparak yanımızda durdu. İçinden yukarıda, Azizlerin mumyaları yanına girenleri, ağlayanları, teselli eden baştan aşağıya siyahlara bürünmüş uzun sakallı, şişman göbekli rahip hızlıca inip kapıyı sertçe kapatarak koştura koştura lokantanın tuvaletine girdi.

Ardında bizim Snezana’dan daha kapalı bir karaçarşafa dolanmış sadece gözleri görünen (İranda bile bu kadar kapalısını görmedim) bir başka bayan rahibe acele etmeden kapıyı kapatıp yanımızdaki masaya Snezana ile tanışmasa da ortak bir noktaları olan iki insanın karşılıklı ilişkisinde merhabalaşarak oturdu.

Kısa bir süre sonra siyah cüppeli rahip elinde Nokia iphone’u ile konuşarak yanımızda ki masaya, rahibenim karşısına gelip ayak ayak üstüne atarak oturdu. Ve boşta kalan eliyle de garsonu çağırmak içine elini havaya kaldırdı.

Garson yanına geldiğinde, son birkaç dakikadır soluk almadan konuştuğu cep telefonunu bir eliyle sesi konuştuğu kişi duymasın diye kapatarak “2 likörlü dondurma” dedi ve tekrar koltuğuna kaykılarak arkasına yaslandı. Yaslandığı koltuğundan karşısında ki kara gözlü karakaşlı Montenegrolu rahibe ile göz göze gelip bir gözünü kırparak gülümsedi ve gizliden gizliye bir şeyler paylaştı…

“Yok mu?” bizde böylesi deyip, birer bira da biz söyledik arkalarından…

Ağustos 2010

(Not: Snezana, daha birkaç ay önce 14 yaşında ki kızını bir trafik kazasında kaybetmiş yüreği yanan ama zor yaşam şartları altında bir yandan bu dünya için taksi şoförlüğü yaparak hayatını kazanan, diğer yandan da diğer dünyada ki kızına özlemle kavuşmayı hayal eden, karalar giyinmiş bu dünya ile öbür dünya arasında matemde bir hayat geçiren bir anne... Tanrı ona dua etmesi için, bizim gibi Manastırlara gitmek isteyen bir müşteri, bize de onun sayesinde bir hikâye yaşamamız için ikimizi Budva gibi bir yerde bir gece yarısı karşılaştırmış.)