Biraz bizden biraz onlardan oluşan Üsküp

Her anımızda bize heyecanlı anlar yaşatan, içimizde tatlı anılar bırakan Montenegro’yu tam olarak bitiremediğimizi düşünerek, bir gün tekrar gelir de göremediğimiz diğer vahşi coğrafyasını, milli parklarını, dar ve uzun vadilerin ardına saklanmış göllerini keşfederiz diye umuyor, kısa bir uçuşun ardından kararmış bir havada Makedonya hava sahasına giriyoruz.
Hostesler tüm koltukları kontrol ettikten sonra yerlerine geçip kemerlerini bağlamalarıyla, kabin amiri uçağa son bir kez daha bir göz gezdirip kabini içi ışıklarını kapatarak burnunu yere çeviren uçakta kendiside iniş pozisyonu alıyor. Kafamı İklim’in üzerinden pencereye dayıyorum. Aşağısı ışıl ışıl, Üsküp gözlerimin önünde parlıyordu.
Önlerine yeşil işlemeli önlük bağlamış, uzun turuncu entarileri altından çıkan kar gibi beyaz şalvarları ve ufacık ayaklarına geçirilmiş kırmızı, yeşil, siyah çarıklar ile Arnavut kaldırımlı yollarda seke seke giderken, boyunlarında ki kolyelerden yayılan şıkırtılarla kıvırtarak gezinen kimisi düz sarı saçlı Hıristiyan, kimisi marul gibi kıvırcık siyah saçlı Müslüman kızlara, köşe başlarında yan yana duran, ince keçeden yapılmış siyah şalvarların altında bileklerinin bir karış üstüne kadar yaz-kış giydikleri yün çoraplar düşmesin diye çarıklarının uzun ipleriyle verev yaparak dizlerine kadar bağlamış, kafalarında kimisi beyaz, kimisi siyah kaftandan bir kep takmış, tiril tiril ince ipek gömlekleri esen rüzgârdan dalgalanırken üşüdüklerini belli etmemek için ellerinin birini cepkenlerinin koltuk altlarına gerdirerek takmış, diğerini yanında ki arkadaşının omzuna atmış, üsten birkaç düğmesi açık gömleğinin arasından daha kararmamış ama erkekliğin ilk göstergesi olan tüylerini göstermek istercesine göğsünü şişirmiş, kaytan bıyıkları olmasa da dudakları üzerinde yeni bitmiş birkaç tüyü terlemiş, önlerinden kol kola geçen kızlara laf atmak için can atan üç beş yağız delikanlı gözümün önüne geliveriyor birden.
Kızlardan bazıları, kafalarına geçirdikleri ince berelerin uçlarından sarkan birkaç gümüş eski para, bazılarını kaşlarını, bazılarını da gözlerini kapattığından, birbirlerine doladıkları kollarından sarkar gibi duran ellerini yanındaki arkadaşının önlük cebine sokmuş, her an yerdeki taşların araklılarından birine takılacakta hepsi birden yere düşecekmiş gibi yan yana bitişik, neşeyle seken üç-beş kız, kendilerini süzen erkekleri görmemiş gibi birbirlerine bakınarak kıkırdıyorlardı. Erkeklerden kısa boylusu daha fazla dayanamayıp kızların bacak aralarından bir kedi geçiyormuşçasına onları korkutmak isteyip iki elini yere yaklaştırarak birbirine sertçe vurup, dudağıyla ve dişleri arasına sıkıştırdığı diliyle tiz bir ıslık çalması ile ortalık neşelenmiş, kendilerini hesapta görmeyen kızlar, tırıs yürüyüşlerini biraz koşar adıma çevirmişler ve nedense biraz daha kıvırtarak kıkırdamalarını gülücüklere dönüştürüp karşı köşeden dar bir sokağa sapıp gözden kaybolmuşlardı.
Uçağın tekerlekleri yere pat diye çarpmasıyla gençlik yıllarımda dünyanın farklı sahnelerinde canlandırdığımız Üsküp folklor oyunlarından Payduşka oyunun bu giriş sahnesi birden gözlerimin önünden kayboluverdi. Uçak, yerde park pozisyonuna girince birden aydınlanan ışıklar eşliğinde güzel bir hayalden uyanmış olmamın verdiği sıkıntı ile İklim’i kucaklayıp uçaktan iniyorum.
Standart bir gümrük geçişi sonra kendimizi Üsküp (Skopje) havaalanının çıkış kapısında buluyoruz. Hava biraz serin. Gene bir otel ayarlamamıştık ama bu sefer hem saat gecenin 9’una geliyordu hem de tatilin son gününe giriyorduk. Artık ne bu valizlerle otel arayacak, ne de bir yerde pazarlık yapacak halimiz vardı. Montenegro da ki son günümüzde hem Cetinje ve Ostrog manastırlarında yeterince kilometre yapmış olduğumuzdan, hem de kapitalist dünyanın temelini oluşturan dinin her an her yere ulaşmış olduğunun şokunu daha üzerimizden atamadığımızdan, yorgunduk. 15 gündür yollarda olduğumuzu da sayarsak yakında eve döneceğimizin iç rahatlığıyla o ana kadar yaptığımız pintilikleri bir kenara bırakıp bir taksiye atlayıp “İyi bir otel lütfen” dedik.
Taksi şoförü, İstanbul-Bağcılarda amcaoğulları olan, uzaktan Türk akrabaları bulunan ama Türkçe konuşmayı bilmeyen Arnavut kökenli birisiydi. Bizi götürdüğü otel’de Bağcıların arka sokaklarında bildiğimiz ama pek alışık olmadığımız bir temizlikte (!) olunca, fiyatı da biraz da yüksek çıkınca, Üsküp de otel şartlarının hiç de ona kadar yakaladığımız optimum kalite/fiyat ilişkisinde olamayacağını anlamıştık. 2.denemenin ne olacağını düşünemeyecek kadar kendimi yorgun hissediyordum. Uzaktan bir binanın tepesinde Holiday Inn ışıklandırması görünce başka deneme yapmak istemeyip “Holiday Inn lütfen” dedim.
Adının Neco olduğunu sonradan öğrendiğimiz şoförün “Ama pahalıdır… Şurada daha ucuz var…” uyarılarına pek aldırmadan onu biraz zor ikna edip geniş bir bulvar olan Kej Dimitar Vladov caddesi üzerinden giderken otele gitmek için bir köprü üzerinden onu zorla sol saptırdım.
Neco, otelin bir güvenlik görevlisi tarafından açılan kapısından içeri girerken, emin misin der gibi tekrar gözlerime bakıp teyit ister bir haldeydi. “Devam” dedim elimle yüksek giriş merdivenlerini ve yoldan kapı önüne kadar serilmiş kırmızı halıyı göstererek.
Araba geniş bir sundurmanın altında kırmızı halı önünde durduğunda, her lüks otel kapsındaki uzun entarili, geniş fötre şapkalı, sıska kapı görevlisi, dış kapı bariyerini arkamızdan indirerek güvenlik görevini tamamlayıp koşar adım yanımıza geldi ve arabanın benim tarafımdaki kapısını araladı. Şehrin 30 km kadar dışında bulunan Üsküp (Skopje) havaalanından biraz aheste, birazda otel bakındığımızdan 1 saatte ancak buraya gelebilmiş, saatide gecenin 10’u yapmıştık. Etrafı çiçeklerle çevrili giriş kapsının önüne park etmiş arabadan inenler, yerleri daha iyi görsün ve kırmızı halıda yürüdüğün fark etsin de kendini bir şey zannetsin diye sundurmanın altına konmuş neon ışıkları eşliğinde arabadan banka hesabı kabarık bir CEO edasıyla indiğimde, midem uçakta içtiğimiz bir bardak meyve suyunu saymazsak bomboştu ve zil çalıyordu. Ama ne yol üzerinde ne de otele gelişte etrafında tek bir açık dükkân, lokanta aydınlık bir mekân görmediğimizden, bu cansız durumdan biraz şaşkınık. Daha da fazla düşünecek halimiz olmadığından koşar adım odaya çıkıp birer banyo yapıp otelin restoranında soluğu alıyoruz.
Hani CEO’yuz ya… Otel lüks olunca, parasını da baştan kredi artından aldıklarından içimiz rahat gecenin bir yarısında kapanmış olan restoranını açtırdık. Karnımızı, son günlerimize kıyasla krallara layık gümüş çatal, kaşık ve porselen sofra takımları eşliğinde doyurup, 15 gündür pansiyon misali tuttuğumuz odaların kimisi ufak, kimisi sert yataklarından sonra şimdi burada karşımıza çıkan geniş ve yumuşak yataklara, kafamızı koyduğumuzda içinde kaybolan kuş tüylü yastıklara tok karnına gömülüyor ve anında uykuya dalıyoruz
Sabah zor ayıldık her birimiz. Vücudumuz yumuşak yataklara, kuş tüyü yastıklara alışık olmadığından gömüldüğümüz yerden zor kalkıp, çat pat Türkçe bilen bay, bayan garsonlar eşliğinde kahvaltımızı yaptık. Uzaklarda, taaa buralarda konuştuğumuz dili duymak bir yandan içimizde bir heyecan yarattıysa da şimdi bize yabancı olmaları, kolaylıkla anlaşamamamız, kaybettiğimiz varlıklarımızı, uzaklaştığımız yandaşlarımızı anımsattığından içimizde bir burukluk oluştu birden.
Garson kız, Bisera, anneannesi tarafından Türk, dedesi tarafından Arnavut’muş. Çocukluğunda bir kere geldiği İstanbul’u hep bir özlemle andığını bizimle konuşurken gözlerin ışıldamasından anlayabiliyorduk.
Bisera, otelde uzak akraba birilerini görmenin verdiği mutlulukla bize fazladan yakınlık gösterip, İklim’e bol bol sosis servisi yaparak, kendi kökenlerinden birilerinin kokusunu duymak için sık sık yanımıza gelip biryandan iç çekiyor biryanda da yarım yamalak Türkçesiyle bir şeyler söylemeye, Üsküp’ü dili döndüğünce bize anlatmaya çalışıyordu. Kelimelerin yetersiz olduğunu anlayınca koşar adım içeri gitti ve bir Üsküp haritası eşliğinde gelip görmemizi tavsiye ettiği yerleri harita üzerinde işaretleyerek %65’ı Makedon %20’si Arnavut kalanı da Sırp, Türk, Boşnak gibi karmakarışık Üsküp’ü anlattı. Ondan aldığımız bilgilerle önce Taş köprü üzerinden eski Türk mahallesine gitmek için otelden ayrılmaya karar veriyoruz.
Her zaman yaptığımız gibi sokağa çıkarken eşyalarımızı hazırlıyordum ki fotoğraf makinemi bulamamış olmam ve yavaş yavaş onu uçakta unuttuğumu hatırlamamla başımdan aşağıda kaynar su dökülmesi bir oldu. Gezi maliyeti kadar pahalı ESO-450D’yi ışıl ışıl bir Üsküp hayali ardından bulutların üzerinde gezinirken uçağın içinde, el bagaj bölümünde unuttuğuma inanamıyordum. Ama gerçekti.
Biraz moral bozukluğu ile sokağa atıyoruz kendimizi. Otelimiz Vardar nehrinin sol yakasında, Hıristiyan Mahallesi tarafında. Önce modern sayılabilecek mağazaları ve geniş caddeleri etrafına inşa edilmiş AVM’lerin ve bankaların çalışanların sık sık gittiği oturan döpiyesli bayanlar ve takım elbiseli beylerden belli olan açık hava kafelerinin arasında geziniyoruz.
Karşı yakada, tepede Üsküp kalesi ve tepe yamacına sığınmış gibi duran çatıları kırmızı kiremitli birkaç tek katlı ev gözümüze çarpıyor. Bulunduğumuz yakada ki 10’ar katlı beton binalar ile karşı yamaçta ki restore edildiği parlayan boyalarından belli olan evler sanki iki yakayı değil de farklı iki dünyayı birbirinden ayıran Vardar nehrini aralarına almış gibiydi.
İki yakayı birbirine bağlayan Taş köprüye doğru giderken geniş bir meydan olan Makedonya Meydanına doğru gidiyoruz. Meydanın önündeki park içinde her yaştan insanın devasal çınar ağaçları altında dinlenme banklarında ya gazete, kitap okuyorlar ya da sabah keyfiyle etraflarını seyrediyorlardı. Birkaç sabah jimnastiğini tek başına yapan Makedonyalı gencin yanı sıra başka çocuklu birkaç aile yanı sıra babası olmayan anneler ya da annesi olmayan babaların iteledikleri bebek arabaları eşliğinde yürüyüş yolundan geçerek Makedonya Meydanından geçip gidiyoruz.
Taş köprü, Vardar nehri üzerine II Murat tarafından yapımı başlanıp Fatih Sultan Mehmet tarafından bitirilince adı Fatih köprüsü olarak da anılmaya başlanmış. 1963 depreminde neredeyse yok olan Üsküp’de ayakta kalan ender yapılardan olsa da aldığı hasarın restorasyonu yeni bittiğinden taşları pırıl pırıl parlıyordu.
Geniş Taş köprünü üzerinden geçip eski Türk mahallesinin dar sokaklarına ve çoğu dükkân olmuş eski Türk evlerin olduğu çarşıya yöneliyoruz. Eski merkezin sol yamacında kalan Üsküp Kalesini görünce çarşıdan önce kaleyi gezelim deyip başlıyoruz tepeye tırmanmaya. Kalenin hemen yanındaki Murat Paşa Cami, üç adım ilerisindeki Seti Pas Manastırını, beş adım aşağısında TS Elementin Katedralini, gezilecek mekânlardan olsa da bir birine bu kadar yakın ilahi mekânları bir birine o kadar uzak insan ruhlarının doldurması görmekten artık yorulmuştuk. Ve bu gezinin son gününde hiç birini ziyaret etmek istemiyorduk. Bir dönem, Fatih zamanlarda, evliyalar şehri olarak anılan Üsküp’e artık Evliyalar gitmiş giderken de çarpış mı bilemeyeceğim ama etrafta Evliyalık kalmadığı gibi yerini yenidünyanın yöneticilerine bırakmış bir hali vardı.
Eski taş kalıntılarıyla dolu antik Kalenin yaşantısından çok, bizim esas ilgimiz çeken kalenin uzantısındaki tepelerden birine konumlanmış tüm Üsküp’e hâkim Amerikan Konsolosluğu ve dik kalın duvarları üzerinde sallanan 50 yıldızlı Amerikan bayrağıydı. Uzaktan görenleri etkileyecek kadar heybetli yapısı buranın gerçek gizli yöneticisini gözler önüne serer gibiydi. Parçalanarak 6’ya bölünen Yugoslavya topraklarının belki de başaktörü bugün Arnavutlarla uğraştığının haberleri buralarda sık konuşuluyordu. Her dönem stratejik bir konumda olan Üsküp’ün eski kale tepesinin yeni ev sahibi, bölgenin himayesini elinde tutmak, anın ve geleceğin planları gerçekleştirmek için gereken konumlamayı şimdiden yapmıştı.
Hani çocuklar oynasın da kavga etmesinler diye birkaç camiyi Müslümanlara, birkaç kiliseyi de Hıristiyan Makedonyalılara hediye edilmiş ama bahçenin ortasına oturmuş yaşlı inatçı beyaz sakallı sahibi gibi ABD elçiliğinin tepeye kurulmuş olması buraların geleceğini daha iyi anlatıyordu.
Yapımı ve kuruluş hikâyesi uzun, etrafında verilen mücadeleleri çok, eminiz ki kale surlarında şehit düşmüş bir uzun Hasan Hasan’ı olsa da geçmiş hikâyeleri yanı sıra şu anda yıkık kale döküntüleri ve kapısında bekleyen yaşlı bekçisini göz ardı edersek pek bir şey olmayan ama güzel bir panoramik Üsküp görüntüsü veren Üsküp kalesinin yıkıntıları arasında bir tur atıyoruz. Birkaç kulesi olmasına rağmen bir kısmı yeni restore edilmiş sur ve tek bir kule üzerine çıkıp kendimizi kısa bir süre kule tepesinde bölgenin hâkimi zannedip esen rüzgârda üşüyünce, Üsküplülerinde Türk çarşısı dedikleri eski çarşıya yöneliyoruz. Ancak gidemiyoruz.
İklim yolda gene tutturdu park diye. Otelde tanıştığımız Bisera, şehrin biraz dışında bir lunapark ve bir hayvanat bahçesi olduğunu söylediğinden beri İklim’in aklındaki “Park” kelimesi, dilinde tüy bitse de sürekli söylendiğinden artık daha fazla dayanamıyoruz ve bir taksiye atlıyor 3-5 km uzaklıktaki parkta soluğu alıyoruz. Vardar nehrinin bulunduğumuz sağ yakasının, caddeleri sokak gibi dar, evleri de köy evleri gibi tek katlı. Ama nehrin üzerine kurulu 5-6 köprünün herhangi birinden sol yakaya geçince otelimizin olduğu yerdeki gibi geniş caddeler, yüksek katlı binalar ve hatta birkaç gökdelenle karşılaşıyoruz. Sol yakanın tepelerinde İsa’nın dünya üzerindeki hegemonyasını güçlendirmek için 60 metrelik devasal hac, o ana kadar gördüğümüz en büyüğü ve her Hıristiyan şehrinde ki hâkimiyetin kimin elinde olduğunu tanımlamak istercesine tepede bir korku abidesi gibi dimdik duruyordu.
Bu sol yakada, her sosyalist ülkede bolca olduğu gibi TOKİ tarzı evlerin ve geniş caddelerin arasından geçip biraz eski bir lunaparkta ve hemen yanına kurulu Üsküp hayvanat bahçesine geliyor ve uzunca bir süre burada vakit geçiriyoruz. Yorulunca da 15 gündür yanımızda taşıdığımız son Dardanel ton konservelerini parkın geniş cimleri üzerine yayılarak, Norveç’in rengeyikleri, Peru’nun lamaları, Patagonya’nın guanacoları, Hindistan’ın kaplanları eşliğinde yiyoruz.
Karnımız doyunca, İklim’in de uykusu gelince, zaten 1 gün kalacağımız Üsküp’de daha fazla şehrin dışında kalmamak için hemen bir taksiye biniyor, bir türlü içine giremediğimiz eski çarşıya geliyoruz. Eski çarşı yolları trafiğe kapalı. Eskisi gibi yağlı boyalar pek revaçta olmadığı için kahverengi veya yeşil tahta koruyucu pinotex tarzı boyalarla boyanmış dükkânların parlak pervaz ve pencereleri, bir makineden çıktığı her halinden belli olan tek tip Arnavut kaldırımı döşenmiş taş yolları, birkaç dükkânda bir, dükkân köşelerine konulmuş dökme demir çeşmeleri, bize Sarajevo’daki Başçarşı gibi yeni düzenlemiş bir tiyatro sahnesinde geziniyormuş hissi veriyordu.
Çarşı içinde restore edilmiş ve resim sergi salonu olarak kullanılan Kurşunlu Han, Sulu Han, Davut Paşa Hamamı gibi bir iki tarihi yer dışında çoğu takı, halıcı, terlikçi, köfteci ve döviz bürosu olan çarşı içinde dükkânların ve sokaklarda gezinen biz gibi turistlerin arasından geçip arka mahalleye yöneliyoruz. Tek katlı yeni restore edilmiş dükkânlar ve özenle dönenmiş yol taşları yerini kepenkleri paslı onlarca yan yana 2 metrekarelik sokak dükkânlarına ve açık hava tezgâhında satış yapan satıcılara ve çukurları içi dün gece yağan yağmurdan su dolmuş delik deşik yollara bırakınca, yapay tiyatro sahnesinin ardına saklanmış güncel yaşantının devam ettiği gerçek Türk mahallesini gördüğümüzde biraz önce Vardar nehrinin sol tarafında ki geniş ve düzenli caddeler ile mukayese dahi edememenin ezikliğini yaşıyoruz.
Her cemaat kendi yapabileceği yapabilmiş, kendi üretebildiğini kendi tezgâhına koymuştu. Buranın üzeri birçok çadır brandayla birbiriyle bağlanmış şekilde kapatılmıştı. Dükkânı dar olduğu için satıcısı dışarıda, ayakta duran, kapı eşiğine kadar uzatılmış tahta tezgâhların çoğunda basma kumaşlar, kalın düğmeli triko hırkalar, hala düğünlerde kullanılan boydan boya işlemeli Balkan gelinlikleri, üzerleri simli kırmızı, siyah çarıklar, altın sarısı kemeler, elmas beyazı, yakut kırmızısı, zümrüt yeşili yapay incik boncuklardan yapılmış kolyeler, rengârenk çoraplar, bağrışarak müşteri çekmeye çalışan satıcılar, çocuklarını çekiştirerek dolaşan kadınlar, gelinlerini yanına almış alacağını beğendirmeye çalışan kaynanalar ve her lafa karışan eltiler her gördüğünü zırlayarak isteyen çocuklar bizi özlediğimiz samimi duygularla dolu eski ile ileride 500 metre uzakta, Vardar nehrinin ardında uzanan her gün yaşadığımız şehirde, Bursa’da da yaptığımız gibi ve her geçen gün daha da bilinçsizce hedeflediğimize yaklaştığımız gibi birbirine yabancılaşan yaşam biçimi arasında kalmanın sıkıntısını yaşatıyordu…
Öyle mi gidelim, böyle mi sapalım, şu gelinliği mi alsak yoksa şu cepkenimi giysek diyerek, gerçek Türk çarşısı içinde sonunda kayboluyoruz. Dar sokak dahi diyemeyeceğim kadar dar geçitlerden geçemeyip bir oraya bir buraya saparken sonunda çıkmaz bir aralığı düşünce ağına takılan birkaç satıcı arasında kalıyoruz. Dükkânlardan sarkan incik-boncuk, çorap ve oyuncakların bolluğuna diyecek bir şey yok hani ama Allahtan İklim arabasında uyuyordu da bunlardan sadece birini, İklim’e bir çorap alıp çıkış yolunu soruyor ve çarşının dışına kendimizi atıyoruz. Sonrada bir Türk kahvehanesine dalıp, bol köpüklü birer Türk kahvesini ısmarlıyoruz.
Yan yana dükkânlar gibi, yan yana dizilmiş birkaç kahvehane ve birkaç sandalyeyi kullanarak oturan yaşları değişken kimileri iskambil kâğıdı, kimileri okey oynayan kahvehane sakinleri çok bildik bir görünüm sergiliyordu. Tek farklılığı dükkânların birinden yayılan Balkan ezgileri ve karşı köşeden aldığımız bir yumru büyüklüğünde ama lokum kadar yumuşak baklavalarıydı. Hani anlatılmaz, yaşanır cinsten bir lezzet farklılığında, 5 tane kahvehaneyi yaprakları altında saklayan bir çınar ağacının serinliğinde, hem müzik dinliyor, hem cevizli baklavasını midemize indiriyor hem de dinleniyoruz.
İklim uyanmadan, hava da serinlemeye başlayınca, onca para bayıldığımız otel odasında biraz vakit geçirmek için otele geliyor ve akşam kendimizi Üsküp sokaklarına akmak (!) için hazırlıyoruz.
Gezimizin bu son gecesinde, aklımızda Üsküp’ün pek meşhur kuru fasulyesinden yemek var. Türk çarşısının girişinde önce Müslüman olup İstanbul’da eğitim almış, ardında da buralara dönerek Osmanlıya kan kusturan Arnavut lider İskender Bey’in heykelinin hemen arkasında en fazla 3-4 masası olan yan yana sıralanmış esnaf lokantaları olan bir bölgesi var.
Hava kararmasıyla, sokaklarda sakinleşmiş ve birkaç Cevapcici (köfte) ya da bizim gibi özellikle kuru fasulye yemek için gelmiş birkaç turistten başkası ortalarda gözükmüyordu. “Akşam ezanıyla kimseler kalmaz.” demişti çınarın altında kahvesini içtiğimiz garson çocuk. Herkes dükkânı besmeleyle kaptırmış hala ve evine dönerlermiş. Buralar da ine ve cine terk olurmuş. “Müslümanlar evde yaşarlar geceyi, ama isterseniz karşı yakada, kanal boyunda, Makedonya Meydanı ve Ulusal Tiyatro çevresinde daha hareketli bir yaşam bulursunuz.” demişti. Bizim derdimiz öncelikle bir Üsküp kuru fasulyesi yemek olduğundan garsonun mesajını gecenin ilerleyen saatlerine bırakarak çoğu kapalı lokantalar arasında ilerliyoruz.
Şişko göbeğini beyaz bir önlükle kapatmaya çalışan, masaları arasından zor geçen bir aşçının bize gülümsemesini bir davet gibi kabul edip, işlettiği dükkânın önüne konmuş 3 masadan birine yerleşiyoruz. Şişko aşçı gülerek bize kendi dilince “Dobredojdovte-Hoş geldiniz” diyor. Zor sığıyoruz daracık masalara. İklim kendine göre bir masa ve sandalye bulmuş olmanın keyfinden ve birazda bizim sığamamamıza pek memnun oluyor ve kıkır kıkır gülümsüyor.
Arkamızda tek kişilik bir sandalye ve sandalyenin oturma yerinden azıcık daha büyük bir masa var. Dükkân içinde aşçıya bir şeyler söyleyen yaşlı bir amca, konuşması bittikten sonra ön dişlerinin bir kısmı döküldüğünden önde kalan, kendisini destekleyen başka diş de olmadığından dışarı sarkmış 2 dişi sayesinde biraz peltek, bu sefer bizim dilimizde ama biraz da sarhoş bir halde “hojjgeldinzz” diyerek arkamızdaki masaya oturuyor.
Hoş bulduk diyoruz tüm aile hep birlikte. Yaşlı amcam çok mutlu oluyor birden. Hemen başlıyor kimsin, kimlerdensin, nerelisin muhabbetine. Şişman aşçımızın başımızda dikildiğine aldırmadan yaşlı amcam bizim soy ağacını çıkartmak istercesine, belki akraba çıkarız diye hiç durmadan sorgu suale devam ediyor. Bir ara adamı durdurup 3 fasulye sipariş veriyorum camdaki kuru fasulyelerin güveç içindeki fotoğrafını göstererek. Yanında da İklim’e ayran, Esra’ya bir bira, bana da bir Üsküp rakısı söylüyorum.
Hoş sohbet aldı başını gitti Halil amcayla. Çat pat Türkçe ile karısının Türk olduğunu ve İstanbul, Şirinevler’de kayınbabasının ve karısının akrabalarını yaşadığını, sık sık İstanbul’a mal götürüp sattığını ve oradan mal getirdiğini anlatıyor. Giderken çoğunlukla fasulye götürürmüş de gelirken baharat getirirmiş…
Gözlerimin önünde birden Mısır çarşısında gezinen sırtında bir çuval kuru fasulyesini, çarşı esnafına, sırtındaki çuvala karşılık birkaç kilo kekik, kimyon, karabiber, zencefil ile takas etmeye çalışan bir tüccar silueti beliriyor. Ardında da sırtındaki çuvala çarparak deviren birkaç çocuk koşar adım çarşı içinde kayboluyordu. Tüccarın tüm malı devrildiğinden, yere saçılan kuru fasulyelerin üzerinde çarşı içinde gezinen binlerce kalabalık ayaklarıyla hepsini ezerek geçip gidiyor, yaşlı tüccarda gözü yaşlı etrafa kızarak yere saçılan kuru fasulyelerini avuçlarıyla toplamaya çalışıyordu. Kalabalığın ayakları altında ezilen fasulyelerden geriye bir şey kalmayınca üzgün bir şekilde son parasını da yola harcayarak ülkesine zar zor dönmüş ve bir daha da kendini toparlayamamış, iflas etmiş bir tüccar, her şeyini yitirmiş halde kendini içkiye vurmuş dişsiz yaşlı bir amcaya dönüşüveriyordu…
“Şerefe!” dedi elindeki sarı Üsküp rakısını uzatarak. “Şerefe…” diye Esra ve İklim’le karşılık verdik hep birlikte.
Devam etti yaşlı amcam anlatmaya. Komşuları, akrabaları Üsküp’e geldiklerinde kuru fasulyeyi çok severler, ama Türkiye’ye gittiklerinde yanlarında götürdükleri ya da Halil’in sonradan getirdiklerinden satın alıp pişirdiklerinde aynı tadı alamazlarmış…
“Suyundan” dedi derin bir iç çekerek ve sustu geçmişi hatırlayarak. “Buranın suyu, Üsküp’ü çevreleyen kara ormanlardan geçerken başkalaşan suyu, fasulyeyi büyütürken de, yeşertirken de, pişirirken de tat katar” diye devam etti. “Bazen…” deyip ağzında kuruluktan dönemeyen dilini ıslatmak için bir fırt daha rakı çekip “Bazen, bidonda suda götürürüm çok sevdiğim kişilere.” diye tamamladı lafını. O zaman Üsküp fasulyesini yediklerini anlarmış akrabaları.
Rize’nin Kaçkar dağların eteklerindeki yaylalar gözlerimin önünde canlandı. Dik yamaçlara yayılmış çay bahçelerinden yeni koparılmış ve bir bakır tava içinde ev halkının kendi kavurduğu birkaç yaprak dahi dağlardan akıp gelen buz gibi derelerinin suyuyla kısa bir süre demlediğimizde rengi tavşankanı olan, tadı lezzeti unutulmaz çayları alıp oralardan Bursa’lara getirdiğimizde ne kadar demlemeye çalışsak da aynı keyfi bulamadığımız anımsadım. Ve “Bilirim. Halil Amca, bilirim suyun lezzet farkını…” dedim.
Gülüştük, içtik, her birimize ayrı güveçlerde gelen ateş gibi sıcak kuru fasulyeleri lop lop götürürken, ağzımızın yanmışlığına aldırmadan bir yandan güvecin yanına konmuş acı Arnavut biberlerinden inceden inceye ısırıklar koparıyor bir yandan ağzımızın acılığını ben rakı ile Esra da bira ile gidermeye çalışıyordu. İklim de bize kıs kıs gülüyor ve fasulyesinin soğumasını bekliyordu.
Bir ben Halil’e bir duble, bir Halil bana bir duble rakı ısmarlarken ikimizde zil zurna olunca Halil tutup kolumuzdan bizi yatıya, eve davet etti. Karısı çok mutlu olurmuş bizim gibi uzak bir akraba vatandaşlarını ağırlamaktan…
“Ahh be Halil’im!” dedim içimden “Dün gece çıksaydın ya karşımız. Hani otel hesabını kredi kartı ile bayılmadan…”
Gülüşerek, birbirimize sarılarak ayrıldık Halil’den ve adını Rahov olduğunu söyleyen şişman aşçımızdan. Bir yandan sokaklar da hala gülüşüyor bir yandan hala acısı ağzımızdan gitmediğinden serinleyen Üsküp’ün gece ayazını içimize çekerek Taş köprü’ye yöneliyoruz
Karşısı, Makedonya Meydanı ve Ulusal Tiyatro etrafı cıvıl cıvıldı. Arkamızda ki karanlık ve kimsenin olmadığı eski çarşı ya da Müslüman Mahallesi diye geçen sokakların birinden, evden çıkmış ama kendi mahallerinde yapacak bir şey olmadığı, konuşacak kimse de kalmadığından Taş köprü üzerinden ilerdeki yaşamın içine içten içe girmek istese de öğretileri yüzünden bunu birden gerçekleştirememenin sıkıntısı yaşayan, bir elinde sigara diğerini pantolonun ön cebine sokmuş, serin havada biraz kamburlaşmış şekilde yan yana gezinen birkaç Müslüman genç erkek, önümüzde ki ışıl ışıl sokakta bu havada bile kısa eteklerle gezinen kızlarla, keçisakallı toy erkeklerin cirit attığı barlardan yayılan kimisi jazz, kimisi pop müziklerin tatlı gürültülerinde biraz havalanmış birkaç genç çift köprünün sol yakasına, Hıristiyan Mahallesi yakın tarafında poposunu taş duvara dayamış yarı oturur bir halde iken diğeri ya ayakta kollarını hoşlandığı arkadaşının boynuna dolamış ya da oturan erkek ise kız arkadaşı, erkeğin kucağına oturmuş bir halde öpüşüyorlardı.
Taş köprü üzerinden geçerken saatime bakıyorum. Saat gecenin 12’sine geliyordu. Şu an Bursa’dan yola çıkalı tam 15 gün/gece oldu. 15 gündür Sarajevo’dan başlayıp, Mostar’a uzanan, oradan Dubrovnik üzerinden Budva’ya, ardından Skoder ve Tiran’a kadar devam edip Cetinje ve Podgorica üzerinden Üsküp’de sonlandıracağımız bu 4 ülkelik gezimizde her an, her saniye her yerde farklı iki dinsel kültürün iç içe ama pek uyuşmadan, birini diğerini zoraki kabul etmişliğini hissetmekten bazen biz bile bir ikilemde kalarak yaşamaktan hem yorulmuş hem de artık sıkılmıştık.
2.000 yıl önce ilk defa Yahudilerle başlayan Hıristiyanlığı yayma mücadelesi, 500 sene ardında doğan Müslümanlıkla da pek uyuşamayınca 1500’lü yıllardan bu yana 500 yıldır sürekli devam eden mücadelelerin daha bitmeyeceğini görüyor ve biraz da içimiz buruk eve dönüyorduk.
Ağustos 2010
Not: Kaybolan fotoğraf makinem, hostesler tarafından bulunmuş ve Montenegro Airline’ın kayıp bagaj bürosu tarafından 1 hafta sonra gönderildi. Kendilerine bir kere daha teşekkür ederim.)