Kırcaali'de ne işim var?
Yaz yaklaşmıştı. Arılar kovanlarından çıkmış, vızır vızır gelecek kışa hazırlık yapmaya başlamışlardı. Her bir arının kısa da olsa bir geleceğinin olduğunu hayal etmesi ne güzeldi…
Hava sıcak, toprak yollar kuruydu da ne zaman sağanak yağacağını bilemediklerinden Şerife, ıslanma ihtimalinin yarattığı tedirginlikle sırtlarına attıkları bir kıl battaniye ile yola çıkmıştı. Nede olsa hala ilkbaharın nemli son günleri yaşanıyordu.
Kocası da tam vefat edecek zamanı bulmuştu hani… Canı gibi koruduğu 2 çocuğunu bugüne kadar zorluklar içinde yaşatmaya çalışmış, onları büyütmüş olsa da onlardan önce doğan 2 erkek çocuğunun birisini doğumda diğerini 2 yaşında kaybetmiş olmanın acısını hala içinde yaşatıyordu. Şimdi de kocası İbrahim ölmüştü…
Sessiz çığlığı birden, sesli bir haykırışa dönüştü Şerife’nin. Daha ne olduğunu anlamayan küçük İbrahim’e “Ağlama bre olum… Ağlama be kızanım” derken, gerçekte, oğluna kendi ismini vermiş kocasına İbrahim’e kızıyordu Şerife…
Bir yandan yokluk içinde büyüttüğü kızını erken yaşta olsa da baş göz etmiş olduğuna seviniyor ancak azalan bir boğaza rağmen zorluk içinde yaşantısını devam ettirmeye çalışıyordu. Zaman kötü zamandı. Kocasından kalan mahalle fırınına ne un bulabiliyor, ne de fırını yakacak odunu satın almaya para yetiştirebiliyordu.
Her şey çok pahalanmıştı. Her şey…
Allahtan, Kocası İbrahim’den kalan altınlardan kimsenin haberi yoktu. Onlara gizliden gizliye sarılıyor, tek güvencesi olan koynunda sakladığı bu gizli zenginliğinin özgüvenini içten içe, tek başına yaşıyordu.
Ama şimdi yolda, kızının aklına uymuş olmayı hala içine pek sindiremiyordu Büyük Babaanne Şerife. Tüm yaşantısı buralarda, bu vadi içinde geçirmişti. Burada hala bir hayatı varken, sırf damadı İzzet istedi diye onların peşi sıra yollara dökülmesini pek içine sindiremiyordu.
Gidince, geride 2 katlı eve, mahalle de herkesin işini gören fırınına kim bakacaktı? Hemen kaçmalı mıydı? “Biraz sıkıntı işte canım, Balkanlardaki savaş daha buraları gelmemişti. Pek de bir şey yoktu yani...” dediyse de kızı Ayşe’ye dinletememişti. Hatta damadı İzzet ile bu konuyu konuşacak cesareti bile kendinde bulamamıştı.
Bohçasını at arabasını arkasına atıp, dünürleri Galip ile Adile’nin ve kızları Sıdıka’nın yanına sığıntı bir şekilde kucağında Küçük İbrahim ile sıkışmıştı. Kendi Kızı Ayşe ve Damadı İzzet önde tahta sedirin üzerinde arabayı birlikte sürüyorlardı. Kendi kucağında İbrahim’in yanı sıra torunları Şeref ve Mukaddes anne ve babasıyla aynı arabada olduğundan kendilerinden daha emin diğer köşede oturuyorlardı.
Ancak tarladan eve saman taşımak için yapılmış tahta bir araba içinde 9 kişi, her birinin birer bohçası ile sıkış tepiş durmaktaydılar. Neyse ki yol; ilk durak, çok da uzun değildi. Şurada şu karşı iki-üç tepenin ardındaydı. Yağmur yağmaz da, araba saplanmazsa bir çamura, bu akşamı sabaha bağlayacak tan ağarmasında varacaklardı Gümülcine’ye.
Bindikleri araba, Rodop dağlarının toprak yollarında zar zor çıkmaya başladı. Tepeleri birincisini aşınca önce Arda’yı geçeceklerdi.
Çok da kış yapmıştı bu sene... Dağlarda hala kar vardı. Su çoktu!
Bu ilkbahar Arda neredeyse 50 kulaç genişlikteydi. Gerçi Çamlıdere vadisinden 10 kulaçlık bir tahta köprü üzerinden geçeceklerdi Arda’yı da, gene de korkuyordu Şerife…
Orada su çok hızlı akıyordu. Ya bir de Bulgarlar varsa köprü üzerinde. “Sormayacaklar mıydı nereye gidiyorsun diye?” Nasıl diyecekti ki “Korkuyorum… Kaçıyorum... Beni kucaklayacakların olabileceği Anavatana gidiyorum…”
Nasıl diyecekti?
*****************************************
Geçen sene, Moğolistan’ın Karakharun’da ki Göktürk anıtlarına doğru yürürken kendimi oralarda yaşar bir halde hayal etmiştim de acaba bu bozkırla da bir “hayat” yaşayabilir miyim diye düşünmüştüm.
“Deli miyim ben beee…” diye cevap verip Atalarımın o soğuk ve verimsiz bozkırları neden terk edip Dünyanın yaşam merkezi kabul edilen Anadolu’ya, Anadolu’nun da en verimli topraklarını içinde barındıran Konya havalisine geldiklerini daha iyi anlamaya başlamıştım.
Birkaç defa bulunmuştum Konya’da. Bu sene son gidişim de kalmamıştır ama gene de Atalarım Karamanlardan bir şey bulur muyum diye bakınmıştım etrafa.
16. yy’de sürülen, zorla göç ettirilen bir toplumun uzak bir parçası olarak, Atalarım Karamanlardan hiçbir şey bırakmayan Osmanlı’ya biraz da verip veriştirmiştim. Ama dikkatimi bir şey çekmişti Konya’dayken… Karamanlılar, Konya’nın daha çok tepelik denebilecek yerlerinde bugün Meral Bağları denilen yerlerde yaşadığını öğrenmiştim.
Bu sene işte bu merakım daha da derinleşmişti. O uzak Moğol steplerinden gelip konakladıkları Konya’dan, uzun süre Osmanlılarla itişen Karaman Oğulluları Beyliğinin göçtükleri Bulgaristan da, nasıl bir yörede yaşamışlardı ki?
Kucağımda İklim, saat sabahın beşinde pasaportuma geçiş damgası vuran biraz suratsız Bulgar sınır polisinin garip bakışlarında Kapıkule sınırdan yürüyerek sessiz çığlıklara doğru ilerleyip, Bulgaristan’a girdik.
Şoförümüz, hadi arabalara dediğinde son 200 km’dir, İstanbul’dan bu ya da düzlükte giden otobüsümüz hala benzer bir düzlükte ilerlemekteydi.
İstanbul - Sofya yolunda daha önce gittiğimden biliyordum. Önümüzde Filibe’ye (Plovdive) kadar 400 km’lik bir düzlük ve ardından bir tepe çıkıp inince tekrar düzleşen ve Sofya’yı da içine alan Sırbistan’ın Pirot kentine kadar uzanan 250 km'lik alanı da ekleresek, Bulgaristan’ın tahıl deposu olan merkez ovasında toplamda 600-700 km’lik bir alan dümdüzdür.
Hani ruhumum derinliklerinden gelen düzlükten çok yamaçları sevmişliğim, bana bir gen olarak kaldıysa, Atalarımın hiç de bu düzlüklerde olacağına ihtimal veremiyorum diye içten içe söyleniyordum ki, Sofya yolundan çıkıp sağa sapan otobüsümüz, Hasova (Hasköy) de Rodop dağlarının arasına dalıverdi.
Sanki doğal bir sınır gibi bir inen, bir çıkan Rodop dağlarının ilk birkaç tepesinden geçerek bir yarım saat daha ilerliyoruz. Dik bir vadi eşliğinde Arda’nın, taşkın zamanlarında yer yer 300 metrelik geniş bir delta yaparak yayıldığı Kırcaali havzasına inmeye başlıyoruz.
Tepelere yerleşmiş tek tip evler, biraz bizlerin yakından bildiği Batı- Karadeniz evleri gibi. Her üç-beş hadi bilemedin 5-10 evden oluşmuş ufak mahalleler bir köy oluşturmuş.
O birkaç köyün de çevrelediği Bulgarların bugün Kardzali dedikleri Kırcaali’ye bizlerin ufak şehirlerimiz de pek görmeye alışık olmadığı çok geniş bir bulvarda ilerleyerek giriyoruz.
Gözümüzü çarpan binalar ilk bakışta hiç de eski gibi değil. Otobüsümüz gara girip kendimizi, biraz da ön yargılı olarak Ata topraklarımızda hissettiğimiz Bulgar toprağına adım attığımızda etrafımızı kaplayan keskin bir kahve kokusu bizleri karşılıyor.
Daha o anda yaşadığımız topraklardan çok uzaklarda olduğumuzun çelişkisi ile etrafı süzerken elinde kahve ile yolcularını karşılamaya gelmiş onlarca Kırcaalilinin alışkın olduğumuz çay kokusuna pek uzak olduklarını hissediyorum.
Uzaklardan “Hakan…” seslenmesi ile biraz daldığım hayal kırıklığından kurtulup bize doğru gelen Eşref Abi’yi görünce gene içimi yine bir sıcaklık kaplıyor.
Sarılıp kucaklaşıyoruz kendisi ile.
Bugün Türkiye de yaşayıp, Türkiye de kazanıp da Bulgaristan da ki geçmiş bağlantısı olan hemen hemen her Muhacir gibi Eşref Abinin de buralarda maddi avantajı olduğundan kolay satın alına bilinen, Türkiye de çok pahalıya alınabilecek lüks bir arabasına kendimizi atıyoruz.
Eşref Abi benden heyecanlı ama son 2 saattir hiç konuşmayıp sadece gözlem yaparak geçmişini, o eski zamanın Şerife’sini, Küçük İbrahim’i, şimdilerin rahmetlisi benim Dedem İbrahim’den kalanları bulmaya çalışan Annem ise çok ama çok daha heyecanlı…
Babası İbrahim’in yaşadığı topraklar da ilerlerken, her an hepimiz pür dikkat çevreyi algılamaya çalışmaktayız.
Gözlerim yaşardı birden, Dedem İbrahim’in silueti gözlerimin önüne geçince… Elimden tutmuştu. “Hadi dedi sinemaya gidiyoruz.” Ne sineması dememe fırsat bırakmadan, “Kun-Fu’lu ama pek korkunç değil. Ben gittim dün gece!” diye devam etti İbrahim Dedem.
Annem sırıtarak baktı bana ve dedeme. Ben tatilde, onlara gelmeden önce şehirdeki tüm filmlere gider, hangisi bana uygun olup olmadığını belirler, sonra tutar beni elimden her gece birisine götürürdü.
Daldığım çocukluğumdan kurtulup Eşref Abi’ye dönüp “Buralarda sinema var mı ?” dedim.
Gülerek cevap verdi. Komünizm zamanında hemen hepsi yok olmuş ve sinema ve eğlence gibi duygularını yansıtabilecekleri birçok alışkanlıkların kaybolduğunu söyleyiverdi.
Dedemin bu topraklarda Komünizmi yaşamamış olmasına sevinerek yaslandım BMW’nin ön koltuğuna…
Kırcaali şehrinde birkaç iyi otel mevcut. Tam bir Bulgar ailenin yönetimindeki lüks sayılabilecek Ustra Hotel ve Türk bir ailenin himayesinde ki Behi Hotel bu yöreye yapılan gezilerde başvurulan konaklama yerlerinin başında gelmektedir.
Eşyalarımızı bırakır bırakmaz hemen kendimizi Kırcaali’nin eski merkezine yöneliyoruz.
Bugün Cumartesi ve şehirde kurulan yerel pazarın günü. Buna en çok Babam seviniyor. Her gittiği yörenin pazarlarını sebzelerini, meyvelerini tanımayı hatta o bitkilerin tohumlarını almayı isteyen Babam bu şehir pazarına biraz da Pazar bulmuş olmasını şansına gülümseyerek dalıyor.
Karnımız aç. Eşref Abi bizi bir börekçiye getiriyor. Pazarın arka kısmında sadece biz yabancıların değil her Kırcaali’nin, parmaklarını yiyerek yedikleri su böreğini biraz kuyrukta bekleyerek yiyoruz.
Su böreğinin yanında bizlerin alışkanlığından farklı olarak boza içiyorlar. Değişik bir ikili oluşturuyor Boza ve Su böreği. Ama denemeye değecek bir lezzet olduğunu söyleyebilirim.
Yemek sonrası hemen yanımızda duran içinde şehrin kurucusu Komutan Gazi Kırca Ali’nin mezarı da bulunan Kırcaali Merkez Camisine dalı veriyoruz. Soyumuza bir dua edip tekrar Kırcaali’nin dar sokaklarında gezinmeye başlıyoruz.
Dedem İbrahim’in ölümü ardından ara sıra gittiğimiz mezarı başındaki taşında yazan “D.Tarihi 1909” yani 1.Balkan Harbinden 3 sene önce doğduğunu gördüğümde o zamanlar pek bir şey hissetmemiştim. Şimdi tanıdıkça dünyayı, farkına vardıkça yaşananları, göçleri sürülenleri, ezilmeleri, biraz daha iyi anlıyorum.
“Hadi be Dede.” derdim ara sıra neler yapardınız çocukken diye sorardım “Hiç işte…” der sustururdu bizi. Hiç anlatmadı yaşadıklarını…
Tek bildiğimiz 3 yaşında çıktı yolculuğunu tamamlayamadığı… Gümülcine’den ileriye gidememişler…
18 yaşına kadar oralarda kaldığı ve artık canına tak edince Bulgar Askeri olmamak için 1920’lerde sırtında ceketi bile olmadan bir gömlek, bir pantolon (bu da artık benim hayalim galiba) yırtık pırtık bir ayakkabı ile kardeşi Ayşe’nin peşine düşmüş.
Hiç anlatmadı yaşadıklarını da İnsanı bazen şanslar bazen zorunluluklar sürüklüyor bir oraya bir buraya.
Kırcaali’nin merkezindeki çarşının hemen yanında ki önce Boyacı çeşmesinden sonra da Arap çeşmesine yöneliyor kana kana su içiyoruz. Elim çeşmenin topuzunda dolanıyor bir açıp bir kapatıyorum. Su bir duruyor bir akıyor. Selam Dede diyorum Senin de elin değmiştir buraya. Ne de olsa yılların bu çeşmeden eve su taşımakla geçmiş deyip, yamaca, bugün Romenlerin yaşadığı merkez mahalleye doğru ilerliyoruz.
Şehir Mektebi, yamacın en tepesinde tüm Kırcaali’ye hâkim bir şekilde dimdik ayakta duruyor. Hani o zamanlarda bu binanın olmadığı konusunda hepimiz hem fikiriz de 18 yaşına kadar yetiştiği bugünün Enerji Mühendisliği yapacak kadar bilgi birikimi ile donanmış olarak Türkiye’ye gelmiş, Köy Enstitülerine Öğretmen olmuş, ülkeye yararlı gençler yetiştirmiş bir kişinin yaşamı, eğitim aldığı binayı hayal etmeye çalışıyorum.
Dar sokaklar ve Arnavut kaldırımı taşlar hala o eski zamanlardan kalma olduğu her halinden belli. Kaldırım taşları bile en az 100 senelik…
2 katlı cumbalı evlerin oya işlemeli perdeleri biraz kirli gibi olsa da birçok bina yıkık dökük gibi dursa da eskileri adam etmeye çalışmış birkaç Kırcaalili Muhacir, Türkiye’den kazandıklarını buralara yatırmaktan çekinmemiş ve dede yadigârı eski köşkleri restore edip oturmaya başlamışlar.
Arap çeşmesinin üzerinde ki ilk 3-5 paralel sokak hala göçmen Türklerin evleri ile dolu. Üstü ise Balkanların ikincisi sahibi diyebileceğimiz Romen vatandaşların tek katlı evleri ile dolu.
Bilmeden yürüyor, biraz da anneme takılıyorum” Bak dedemin bastığı taş, bak dedemin tosladığı duvar, bak şurada oturan İzzet’in kızına abayı yakmış filan deyip gülüp geçiyoruz sokaklardan.
İçi çiçek dolu geniş avlulu bir eski eve gözümüz takılıyor. Biz eve bakarken evin sahibi çıkıyor kapıdan ve bizi evine davet ediyor. Türk değil. Türkçe de konuşmuyor. Anlıyor geçmişimizi aradığımız. Başlıyor Bulgarca anlatmaya. Biz de bilmesek de Bulgarcayı hemen anlayıveriyoruz, kocasının öldüğünü, oğlunu Amerika’da doktor olduğunu, torunlarını çok özlediğini… Tüm bunları İklim’e bakarak ona çiçek hediye ederken hissediyoruz…
Çok değil bir iki saat içinde biti veriyor bizim mahalle. Salınıyoruz tekrar Arda boyuna yeni yerleşimlerin, yeni evlerin yeni parkların olduğu mekânlara doğru…
Bizimkilere yetmemişti o eski mahallede dolaşmak da daha gidecek yerlerimiz vardı…
Eşref abinin arabasına tekrar kuruluyor, Türkiye’de iken hani zırt pırt duyduğumuz “Edirne’yi su bastı, Meriç taştı. Arda kabardı.” laflarını kaynağına, Arda üzerine neredeyse 70 sene önce kurulmuş Kırcaali barajına geliyoruz.
Barajı ve görünce, yıllar boyunca Bulgarlardan elektrik aldığımıza şaşırmıyorum. Eşref Abi de burada çocukluğunu geçirmiş ve komünist yaşamın katı eğitim politikalarında geçerek yetişmiş iyi bir teknisyen…
Baraja gelince çocukluğumu hatırladım diye başladı söze, Ortaokuldan sonra sanat okuluna gitmiş ve Mekanik-Elektrik bölümünde okumuş ve her yaz tüm tatillerini bu barajda staj yaparak geçirirmiş. Eh tabi söylemeye gerek yok, şimdi çalıştığı fabrikada bir arızayı uzaktan arızanın sesi ile tanıyor. Kendisi ne yapacağını daha yanına gitmeden bilen o eski ustalardan…
Şimdi biz Türkiye’de desek ki, “16 yaşında çocuğunuzu bir barajda staja gönderin”, önce o çocuğun anne babalarından yeriz sopayı… Eh öyle yaşantıya böyle bir sonuç deyip söylemiyoruz tabi ki kimseye böyle bir şey…
Biz barajı ve çevresini İklim’e gösterip bir baraj nasıl olduğunu ne kadar ve niçin yüksek olduğunu akan suyun türbinlerden nasıl geçip de elektriğe dönüştüğü filan anlatıyoruz. Anlamıyor tabi ki çocuk daha 8 yaşında… Ama olsun duya duya anlayacaktır deyip devam ediyoruz anlatmaya. Birden bizimki kesiyor sesimizi. “Baba…” diyor bu barajdan gelen su mu Edirne’yi basmıştı. Derin barajın sonsuz gibi duran suyuna bakıp, “Ne çok su varmış burada.” diyor…
Anlıyoruz ki 3 sene önce gittiğimiz Edirne’de bizzat yaşadığımız sel felaketini anımsıyor ve bir biriyle bağlantı kurabiliyor… Çocuk beyni işte! Ne ile doldurursan onunla büyüyor.
Uzaklara, Rodop dağlarının temiz havasını içimize çekip, tekrar atlıyor arabaya, bu sefer Sredinka üzerinden geçip Çamlı Dere ye geliyor baraj gölünün etrafına yayılmış birkaç yüzen restorandın olduğu Emona Restoranına gidiyor acıkan karnımızı bir güzel doyuruyoruz.
Günlerimiz sayılı ve süremiz kısa olmasa bu yüzen restoranların bir oda bir sofa gibi olan birkaç odasında kalmak ve temiz dağ havasına uyanmak inanılmaz bir tatil olabilirdi hepimiz için. Ancak görmek istediğimiz sokaklar koklamak istediğimiz havalar olduğundan hemen hemen her muhacirin yolunun geçtiği Eğri dereye yöneliyoruz.
Kıvrıla kıvrıla, bir ine bir çıka Rodop dağlarını içlerine doğru ilerliyoruz. Hani şuradan az büyük, buradan az küçük diyebileceğim bir kasabaya geliyoruz. Hemen kasaba girişindeki köprü üzerine iniyorum ve kendimi ağır ağır akan dere yatağına atıyorum. Tabi ki İklim de arkamdan… Durmuyor, zıplaya zıplaya geliyor. Bakıyorum deresi eğri mi diye. Değil… Hatta tüm kasaba çok temiz, pırıl pırıl insanları güler yüzlü.
Annem hala etrafına keskin gözlerle bakıyor. Acaba Dedem buralarda da yaşamış mı, kasabanın suyundan içmiş mi diye? Belki de deyip meydan da ki uzun bir çeşmeden Eğridere’nin suyunu içiyoruz.
Sadece içimizin susuzluğumuzu değil yüreğimizdeki susuzluğu oralarda yaşamış büyüklerimizin ruhları ile doldurup Türkiye’ye dönüyoruz.
Dedem İbrahim, tahminen 1926 yıllarında Rodop dağlarından, sık ormanlık alandan kaçarak gelmiş Türkiye’ye. Önce Lüleburgaz’da lokanta işleten Amca çocuklarından Arif Kale’yi, “Kale” sülalesini bulmuş.
Oradan, yıllar önce birlikte çıktıkları yolculukta kendisi ve annesi Kırcaali’ye dönmüş olsa da yolculuğu sonlandırabilmiş ve o zaman Balıkesir’e yerleşmiş olan kız kardeşi Ayşe ve kocası İzzet’in yanına gelmiş. Balıkesir’in Dumlupınar mahallesindeki meşhur saat kulesine bitişik tek katlı evin kapısını çalması ile kaçışı son bulmuş.
Sonra bir şekilde Annesi Şerife’yi Kırcaali’den Balıkesir’e yanlarına almışlar.
İbrahim dedemin kız kardeşi Ayşe’nin eşi İzzet eniştenin kız kardeşi Sıdıka, zeytinyağı ticareti ile uğraşan Balıkesir’in yerlilerinden Mehmet Ali ile evlenmiş. Bu evlilikten, İffet ve Leman adını verdikleri 2 kız çocukları olmuş. Soyadı kanuna sonunda “ONUR” soyadını almışlar.
İbrahim dedem bir zamanlar Kırcaali’den birlikte kaçmak için yola çıktıkları aile komşuları Galip ve Adile’nin torunu, Sıdıka ve Mehmet Ali’nin küçük kızı Leman ile evlenmiş. “DEMİREL” soyadını almışlar.
Bu evliklerinden Işık (annem) ve Sevil diye 2 kızları, Seyhun diye bir oğlanları olmuş. Ve zamanın ileri sayılabilecek bir bilgi seviyesine sahip olduğundan Balıkesir/Savaştepe Köy Enstitüsüne öğretmenlik yapmış. Emekli olunca Balıkesir’e dönüp orada vefat etmiş. Mezarı annesinin de olduğu şehir mezarlığında…
Annem, hem Babaannesi Şerife’yi, hem de Anneannesi Sıdıka’yı tanımış. Ben, bu kökler zincirinde babaanne Şerife dışında hep suskun ama hep sevecen Dedem İbrahim’i, zorlu bir yaşam geçirdiği her halinden belli olan kuralcı bir yapıda hayatını sürdürmüş Büyükannem Sıdıka ve sanki bu hayata sırf eğlenmek için gelmiş hiçbir şeyi ve kimseyi takmayan Büyük Dedem Mehmet Ali’yi tanıdım.
İnsanın köklerine dokunabilmesi güzel bir duygu…
Hepsi huzur içinde yatsın.
Haziran 2014