O sabah pencereyi, odanın havasızlığı, bahçedeki ıhlamur ağacından yayılan kokuları ile yer değiştirsin diye açmıştım.
Birkaç ay önce yemek masasında “Bu sene Uludağ dışında başka bir yerde kayak yapabilir miyiz?” sohbetini hatırlamış, dünya üzeri yolculuklarımıza bir yenisini eklemek üzere son birkaç haftadır elimi sürmediğim bilgisayarımın başına oturmuştum.
Aylardan hazirandı… Eğer kış aylarında yapılacak bir geziye bu kadar erken bakınmazsam, uygun fiyata bir seyahat çıkaramayacağımı biliyordum. Her seyahate en az 6 ay belki 9 ay önceden hazırlanmaya başlamak benim için artık sanki bir hayata bakış acısıydı.
Bu tarz araştırma bizlere, bir yandan ekonomik seyahat imkânlarını karşımıza çıkartırken diğer yandan her yolculuğun gerçekleşmesi öncesinde ki heyecanın ve merakımızın daha da artmasını sağlıyordu.
Tatil süremizin 1 hafta, belki 2-3 gün, ya da 15 gün olunca, bu kısa süreyi birkaç ay önceden dillendirip, ara ara konuşup, olasılıkları, gideceğimiz yerdeki ziyaret edeceğimiz mekânları değerlendirdiğimiz de sanki o kısa tatili daha uzun bir zamanda yapıyorduk.
Bursa gibi çevresi doğal yaşam ile dolu bir şehirde yaşıyoruz. Şehrimizin etrafında yazın yeşile, kışın beyaza kolay kavuşma imkânı verse de başka yerler aramak, bizim için içimizdeki yolculuk arzusunun kapanmayan yarasıydı.
Önce ülkemiz sınırları içinde ki kayak merkezlerini hafızamdan bir bir geçiriyorum. Sayıları her geçen gün artan Uludağ’a alternatif olabilecek birçok kayak merkezi olmasına rağmen hedefi biraz genişletip, hem görmediğimiz bir coğrafyada gezinmek, hem de kayak yapmak adına, çevre ülkelerine bakınmaya başlamıştım.
Yaz başında, Türk lirasının aşırı değer kaybı sonucunda zaten pahalı olan Avrupa ülkelerinin para birimlerinin yüksekliği karşısında pek tercih edilemez durumdaydı. Ayrıca ülkemizde ki kayak merkezlerinin fiyatları da pek öyle ucuz denebilecek bir seviyede olmadığını biliyordum. Hem kayağın daha bir spor olarak yapıldığı, hem de insani değer yargılarının daha ön planda tutulduğu aynı anda ekonomik seviyemize biraz daha uygun olabilecek Gürcistan, Romanya, Bulgaristan gibi Kayak Merkezlerine bakınırken o bildik reklamlardan birisi mail kutuma düşmesiyle ile internet dünyasına daldığım araştırmadan sıyrılmıştım.
Efendim…. Pegasus’un şu tarihe kadar tüm uçak biletleri şu kadar indirim ya da “…tarihe kadar… …başlayan fiyatlarla...” diyen reklama tıklayıp karşıma çıkan arama hücresinden bakındığım ülkelere göz atıyorum. Uçak bilet fiyatlarının gayet ekonomik seviyelerdeydi. Siteye girmemin üzerinden beşinci dakika geçmemişti ki aralık ayında, sistemin en ucuz fiyat verdiği aralık ayını son haftasına, gidiş dönüş 3 Bükreş biletini, “Umarım bir aksilik çıkmaz da gidebiliriz!” temennisi eşliğinde satın almıştım. Ve o gün, AVM’lere gidip bir pantolon/gömlek alacağım fiyata, aylık alışveriş kotamı tamamlamış olmanın verdiği iç huzuru ile bilgisayarımı kapatmıştım…
Artık sırada gelecek aylarda, Romanya’nın keşfi adına o bölgelere yapılan gezilerin anlatıldığı blogları, seyahat web sayfalarını, tren, otobüs, araç kiralama sitelerini okumaktı.
Biletlerden daha kimsenin haberi olmadığından akşama evde bir bilmece oyunu yaratmıştım. Çevre ülkelerin kendilerine has, tipik özelliklerinden oluşmuş sorularımı yemek masasında dillendirmiş, bilmeceyi çözmeye çalışan Esra ile İklim’in heyecanı beni de sarınca, yolculuk coşkusuna olan aşkımı bir kere daha hissetmiştim.
Oyun çok uzun sürmemiş, “Orası mı, burası mı ?” atışmalarının ardında İklim’in, içeriden Dünya Atlasını kapıp gelmesi ve birkaç sayfa karıştırıp “Romanya…” demesi ile bilmecemiz sonlanmıştı.
Ödül olarak uçak biletlerinin birer çıktısını uzatmamla, suratlarındaki şaşkınlık galiba benim bu gizli yolculuk planlarımın sonucunda görmek istediğim görüntülerden birisiydi.
Belki de, yolda, yolcu olmayı ben her şeyden çok arzu ediyordum da onları bahane ediyordum…
İklim ile Esra artık benim böyle, gizli bir görevim olduğunun kanıksamış durumdalar. Her ne kadar onlar da kendilerine göre araştırmalar ve güzergâh yönlendirmeleri yapsalar da, bu tür kışkırtmalar önce hep benim başımın altında çıktığından, her daim bana göre daha sakinler.
Yaz sonuna kadar konunu üzerine biraz yatıyoruz.
Otelleri ve araç kiralama işlemlerini sonbahar başında gitmemize daha 4 ay varken, gayet ekonomik birer fiyata ancak rezervasyon iptal hakkı olmadan, hatta gitmeme riskini kabul edip, ödemeleri önceden peşin ama gayet ucuza yaparak gezimizin konaklama ve yolculuk güzergâhını belirlemiştim.
Sonraki aylarda, konuyu ara ara akşamları yemek masasında açıp, nerelere gideriz nerelere uğrarız sohbetleri yaparak, “gidilmese de gidilmiş kadar olunan” geziyi yaşama olanağı yaratıyorduk. Zira yolculuğun hedefi değil yolda olacak olmanın yarattığı hazdı hepimizi daha mutlu eden.
Zaman gelip çattığında, soğuk bir Aralık ayının son günlerinden birinde, İklim’in okulundan bir, iki gün kaytarma iznini alıp öğlen uçağımızla binmek üzere Bursa’dan Sabiha Gökçen Havalimanına doğru yola çıkıyoruz.
Ekonomiklik bazen bizde pintiliğe dönüştüğü de oluyor. Zira dışarında da ki bir markette suyu 1 ₺’ye satın alırken havaalanın kapısında girdiğimizde 5 ₺’ye almaya, ya da bir simit 500 metre ileride, Kurtköy sokaklarında 1,5 ₺ iken içeride 10 ₺ olması, bizi yeterince sinirlendiriyor. Bir de zaten üç-otuz paraya aldığımız bileti hatırlayınca, uçakta bilet fiyatına yemek satmaya çalışmalarını da pek kabul edilebilir bulamıyor, evden çıkarken yanımıza aldığımız soğuk sandviçleri ve içeceklerimizi bir güzel havaalanında tüketiyoruz. Bu sayede hani derler ya, “karnımız tok, sırtımız pek” uçağa binip, tekerleklerin yerden kesilmesiyle de Bükreş’e doğru havalanıyoruz.
Sabiha G. Havalimanı, Pegasus ya da onun yanı sıra Onur Air, Anadolu Jet, THY gibi havacılık şirketlerinin ülkemizde kolay seyahat imkânları ortaya koyabildikleri Marmara’nın Anadolu yakasında bulunanlar için daha tercih edilen bir havalimanı olduğu aşikâr. Bursa gibi bir yerden kolaylıkla ulaşılabilir olması, yeni yapılmış ve açıldığından beri sorunlar yaşayan İstanbul’un 3. Havalimanının bizlere uzaklığı yetmezmiş gibi günlük park parasının bir uçak bileti fiyatına olması, bizler adına Sabiha’yı daha tercih edilen bir havalimanı haline getirmekteydi.
Uçuşumuz göz açıp kapayana kadar, 55 dakika içinde gerçekleşiyor ve uçağımız tekerlekleri Bükreş havalimanın pistine değiyor.
Uzun yıllardır artık, gittiğimiz ülkelerde değiştirmek üzere yanımızda Euro ya da USD götürmüyoruz. Her ne kadar üç-beş € gibi az bir miktar, olası bir risk adına cebimizde olsa da, onu hiç bozdurmayıp, havaalanındaki herhangi bir ATM (bankamatik) bulup, kendi ülkemizde kullandığımız Bankamatik kartımızı kullanarak olası ihtiyaç durumuna göre Türkiye’deki banka hesabımızdaki TL nakdi, bulunduğumuz ülkenin para biriminden çekerek yola devam edebiliyoruz. Bu işlemler için bankasına göre farklılık göstere de, ortalama % 2 gibi bir komisyon kesiliyor ki, ülkemizden TL’yi €-$ çevirip, sonra burada ülkenin parasına dönüştürürken ki kur farklılıkların kaybından çok daha fazla. Bu sayede para taşımanın riskini almadan az bir kayıpla, bulunduğumuz ülkenin parasını kullanmaya başlayabiliyoruz.
Hava kararmak üzere… Tüm gezilerimizin vaz geçilmez toplu taşıma aracı tren, Romanya’da da rahatlıkla kullanılabilecek bir seyahat aracı. Bu sefer tercihlerimizde dur kalkın fazla olması, görmeyi istediğimiz yerlerin -5⁰C’den düşük olması, bir de konaklamamızın daha ekonomik olması adına pansiyonları şehir merkezlerine uzak seçtiğimizden, ama hepsinden önemlisi Bükreş’ten Braşov’a 3 ay önceden ödemek şartı ile 6 günlüğü 78€’ya bulduğumdan, araba kiralamayı seçmiştim.
Klass Wagen kiralama şirketinin ilk defa kullanacağım. Diğer bildik Avrupalı “rent a car” şirketlerden daha ekonomik bir fiyat politikası olması sebebi ile biraz belirsizlikler içinde endişeliyim. Ancak araç temsilcisi elinde firmasının tabelası ile bizi karşıladığında ve adımızı söylediğimizde, elindeki listeden adımızın üstünü çiziyor. Listenin uzunluğuna araç kiralama şirketi tercih edilen bir firma izlenimi veriyor.
Görevli, kendisinin bizimle gelemeyeceğini, elindeki fotoğraftan gösterdiği, çıkış kapısında ki bekleme noktasında duruyorsa hemen veya en fazla iki üç dakika bekleyerek firmanın amblemi olan araca binmemizi söylüyor.
Tam da dediği gibi çıktığımızda olmayan ancak iki dakika geçmeden gelen transfer arabasına atlıyor ve havaalanını hemen dışındaki şirketin geniş bir park alanı olan servis noktasına geliyoruz.
Kapıda şişkin montlar içinde Romanyalı gençler ellerine geçirdikleri kalın eldivenler ile karşılıyorlar. Havanın soğuğunu ısıtmak istercesine nazik ve güler yüzlü bir halde sıcak kahve ve salepler eşliğinde kiralama anlaşmalarını yapıyor ve bu gece kalacağımız Sinaia’ye doğru yola koyuluyoruz.
Yollar açık ve taa doğudaki Hazar gölünden başlayan ara ara dağlarla kesilmiş olsa da Asya göçlerinin Avrupa’ya ilk geçiş yolu olan, Türklerin yüzyıllar içinde adım adım geldiği Kuzey Karadeniz’in “Deşt-i Kıpçak” denen düzlüklerinin sonları buralar…
Tuna nehrinin geniş havzasının yarattığı bu topraklar, her dönem tarımsal ekonomilerin baş tacı ve her kavimin gözdesi olmuş tahıla elverişli verimli topraklar.
Romanya ovasının, 60 metrelik yükseltiyi geçmeyen bu 200 km genişlikteki düzlüğün ortasına kurulmuş Bükreş’in, Kuzey yakasındaki Havaalanından, Karpat dağlarının başına Sinaia’ya doğru yol alıyoruz.
Bükreş’te iki uluslararası havaalanı var; Henri Coanda-Otopeni ve Baneasa. Her ikisi de Braşov’a yaklaşık 150 km. Her iki alandan da kayak merkezine ulaşım için taksi, otobüsle ya da Bükreş’e gelip Kuzey Tren İstasyonundan tren ile Brasov'a ulaşılabilinir. Ve şehre 20 Km uzaklıktaki Poiana kayak merkezine taksi (15-20 € civarı, binmeden taksiye kaça götüreceğini sormak lazım.) veya şehrin merkezinden kalkan otobüse de binilir. Ayrıca havaalanında özel minibüs ile transfer 200€ civarı (reservation@poiana-brasov.com)
Hava artık iyice karardı. Bu ülkeye en son 2000’li yılların başlarında gelmiş ve daha o zamanlar, Kızıl Ordu destekli Çavuşesku’nun yarattığı komünizmin etkisinden kurtulamamıştı. O zamanlar Avrupa’nın gelişmişlik özelliklerinden yol, araba, bina yeniliklerine çok uzak bir ülke halinde iken bile, halk arasında insanın insana olan saygının ön planda olduğu, sanat, müzik ve tiyatronun her daim aktif olduğu bir ülke iken gezinmiştim
Artık daha modernler. Ortalık karanlık olsa da, iki şeritli yolda hiçbir aracın 60 km/saat hızını geçmeden, kimsenin kimseye hızlı gitmesi ya da yol vermesi için selektör yapmadan ilerliyoruz. O bildik tanıdık Avrupa terbiyesinin, yine o bildik gelişmiş Avrupalı ülkelerin sağladığı ekonomik desteklerle oluşturulmuş çukursuz ve çatlaksız yollarında, son modele yakın araçların ilerlediği, şehirlerarası yol üzerinden onlar gibi, ancak arabamızın radyosundan bir Çingen müziği dinleyerek gidiyoruz.
Bu gece Peleş Şatosuna ev sahipliği yapan Karpatların girişindeki Sinaia şehrinde kalacağız. Yolumuz iki saat kadar sürecek. Karnımız acıkmadı zira soğuk havada biraz önce içtiğimiz salep hem içimizi ısıtmış hem de açlığımızı bastırmıştı. 1 saat kadar düz ova içinde ilerledikten sonra aracımızın seyir haritası göstergesinde Poieşti şehrinin yanından bizi bir dağ yoluna saptırdığını görünce sola yanaşıp kavşağın ilerisindeki karanlık dar vadiyi endişeyle algılamaya çalışıyorum.
Neyse ki kavşakta da “SINAIA” tabelası da var. Ana yoldan çıkıp gidiş-geliş tek şeritli ancak daha girişte başlayan karlar nedeniyle gecenin karanlığında donmuş ağaç dallarının üzerindeki karların, aydan aldığı ışıltıyı yansıttığı, aynı anda ara sıra iki tarafın ağaç dallarının bir birine kavuştuğundan etrafımızı kaplayan bir buz dağının içinden geçer gibi asfalt, pırıltılı bir yoldan ilerliyoruz.
Tüm yamaçlar, ağaçlar ve dallar donmuş kar iken yol temiz. Aynı anda asfalt üzerinde herhangi bir çatlak veya çukur da göremiyoruz.
Karpatlar Orta Avrupa’da Viyana yakınlarında başlayıp Slovakya, Polonya’nın aralarından geçerek Macaristan’ı bir yay gibi çevreleyip Romanya’ya uzanan bir dağ silsilesi. Buralar Orta Asya’dan gelen, bugün Romanlar denilen Hintlilerin ve Orta Asya’dan yola çıkan Türklerin kurduğu Batı Hun, Avar, Savar ve Büyük Bulgar Türk Devletlerinin ardından kalan kavimlerin yüzyıllar boyunca egemen oldukları topraklar...
Ancak hiçbir Asyalı topluluk Karpat dağlarının ilerisine, uzun süre hâkim olacak kadar geçememiş. Yeni ve yakın çağda Lehistan, Avusturya Macaristan, Alman İmparatorluklarının parçası olmuş bu topraklar. 14. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar ara sıra gelgitler olduysa da Osmanlı’nın da toprakları arasına girmiş. Tarihimizde derin izler bırakan Boldan ve Eflak topraklarında yaşananların ardından, Rusların Orta Avrupa’ya hâkim olmasına direnen Alman İmparatorluğu, 1881’de Rusya ile aralarında bir cephe oluşması adına, ayrıca Almanların Karadeniz’e açılma politikaları çerçevesinde, gerçekte bir Alman olan, Hohenzollen Hanedanlarında “Ludwing” adında bir Prense “Romanya” diye bir devlet kurdurtmuş.

Kısacası bu topraklar her dönem, güneyde Osmanlı gibi, batıda Avusturya Macaristan ya da Alman kuzeyde doğuda Rusya gibi İmparatorlukların hegemonyasında el değiştirip durmuş.
Oysa yörenin gerçek halkı, kökleri at arabalarında göçerek yaşayan Hintlilere dayanmaktaymış. Romanların dünyayı yönetmekten çok, hayata eğlence ve coşku katmalarıyla tanındıklarından, galiba bu “İmparatorluk” işlerine de hiçbir zaman akıl erdirmek istememişler.
Bugün nüfusu 20 Milyonu aşan Romanya’da hala sayılamayan, olumlu ya da olumsuz etkisi planlanamayan bir Çingene Halk topluluğu varlığını sürdürmekte ve her daim her yöneticinin kafasını karıştırmaktaymış.
Dar vadilerin içindeki köylerden geçiyoruz. Saat daha akşamın 7’si ancak sokaklarda insan görmüyoruz. Evlerin pencere perdeleri de sıkı sıkıya kapalı. Bazılarının içinden ışık dahi gelmiyor. Yeni yıl sebebi her köyde birkaç yere kurulmuş çam ağaçlarının süslerinin ışıltıları, donuk sarı sokak lambalarının aydınlattığı caddeleri, bazı evlerin önce pencerelerine sonra da kaldırımlara yansıyan ışıltılarında da olmasa, hayalet şehirlerden geçtiğimizi düşüneceğiz.
Saat 8’e doğru Sinaia’e geldiğimizi gösteren tabla ile karşılaşıyoruz. Araç seyir haritasında biraz ileriden dağ yamaçlarına doğru sapmamız gerektiğini gösteriyor. Ama şehrin girişinden başlayan, dağa dik çıkan yan yollar ya çok karanlık ya da daha az ışıltılı… Oysa cadde üzeri binaların gayet lüks ve lokantalar tıklım tıklım. Merkezi geçip haritanın sapmamızı istediği sokağa doğru kırıyoruz.
Sokak birden 45⁰ meyilli bir yokuşa dönüşüyor. Bu dik yamacı düz çıkamayacağımızdan kıvırıla kıvrıla yukarılara doğru yol alıyoruz. Yolda belki akşam yemeğine, aşağıya, köy/kent karışımı merkeze kayak kıyafetleri ile inen insanlar göze çarpıyor. Dar ve karla kaplı bir sokağa sapıp, ahşaptan yapılmış, bize göre şato niteliğinde görünen, orman içi bir köy evinin önünde duruyoruz.
Eve bakarken sıcak kahvelerinin dumanı pencerelerinin camını buhar yapmış iki kişi, geldiğimizi görünce camdaki buharı, parmakları ile avuçlarını kapatacak şekilde gerdirdikleri kazağının kolları ile kimin geldiğini anlamak için siliyorlar. Arabanın dış sıcaklık göstergesi -10 ⁰C gösteriyor. Arabadan inmeye biraz çekiniyoruz ama kapıyı açınca suratımıza çarpan soğuk ile birlikte evden yayılan bir roman müziği bizleri kendisine çağırıyor.
Çabucak inip, sokak kapısının arkasına yığılmış karlarını iterek bahçeye giriyor ve hızlı adımlarla ahşap küpeştenin altında, kapıyı biz daha gelmeden açmış pansiyon sahibemize gülümseyerek “Alo (Merhaba)” diyoruz.
İçeriden yayılan is kokusuna karışmış mangal üzerindeki kızartılan bir şeyin kesif kokusu genzimizi yakıyor.
Sonradan adının Oana olduğunu öğrendiğimiz ev sahibemiz hızlıca bizleri içeri sokuyor ve rüzgârın etkisi ile içeri uçuşan karları ayağı ile ezerek kapıyı kapatıyor.
Kendisi, salondaki diğer misafirlere götürmek üzere bir eliyle şarap testisini düşürmemek için sıkı sıkıya tutuyor diğer eli ile kapı kenarındaki ahşap bir sehpa üzerine önceden koyduğu oda anahtarını elimize tutuşturuyor. Sanki içeridekiler bizden önemlilermiş gibi “İşlemleri sonra yaparız.” deyip arkasına bile bakmadan gürül gürül yanan bir şöminenin etrafına çöreklenmiş diğer misafirlerin yanına dönüyor ve elindeki şarap testisinden kırmızı şarapları maşrapalara dökmeye başlıyor.
Biz daha ne olduğunu anlayamadan, yanımızdan ayrılırken eli ile işarete edip odanız yukarıda dediği ahşap merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. Kokusuna kandığım, şömine üzerindeki kızaranın peynir kızarması olduğunu gördüğümden oturanların ağızlarına götürmelerine bakarken merdivenlerde tökezliyorum.
Odamız geniş…
Eşyaları bırakıp aşağıya indiğimizde, Oana ve diğer başka ülkelerden gelmiş misafirler bizi yanlarına davet ediyorlar. Ancak sadece birkaç saat geçireceğimiz bu kasabada, yerel halkını hissetme arzumuz ağır basınca tadımlık olarak aldığımız kızarmış peynir ve ılık kırmızı şarabın ağzımızda bıraktığı buruk tat eşliğinde çoktan çakır keyfi olmuş misafirlere birer “Hello” çekip, soğukta yürümek yerine, Sinaia’nın merkezine inmek için tekrar arabamıza giriyoruz
Merkezde, tek gidiş-gelişli yol üzerinde 10-20 tane, Christmas olduğu için camları süslü ve ışıl ışıl dükkân, market, restoran, barlar ile sıralanmış. İndiğimiz yer de bir şehir parkı gözümüze çarpıyor ve önünde park yeri bulup arabadan iniyoruz
Yerler buz. Çocuk oyun alanında ki birkaç oyuncağa binmeye ya da üzerlerinde kaymadan durmaya çalışan birkaç çocuk var. Onları uzaktan izleyen aileleri görünce içinde donmuş ufak bir fıskiye havuzunda bulunan parka yönleniyoruz. Çocukların neşesi ağaçlara yılbaşı çam ağaçlarına asılmış lambaların yaydığı ışıltılarla birleşiyor ve Sinaia’yı kaplayan tüm ormana yayılıyordu.
Parkın bir köşesine birkaç ufak kulübe göze çarpıyor. Girişte ahşap ya da bezden yapılmış Christmas oyuncakları ile İsa zamanın Hristiyan Bebeklerinin olduğu bir tezgâh, yanında çikolatalı gözlemeler yapan bir tatlıcı, onun yanında sıcak kırmızı şarap, sosis ve kızarmış peynir satan bir satıcı, en sonda da okunmuş ancak yepyeni gibi duran kitapları karıştıran çocukların olduğu sokak kitap satıcısı… Bir de çocuklarını seyreden aileler… Her şey Heidi çizgi filmi sahnesindeki gibi!
Evden çıkarken hepimiz en az 4-5 kat giyinmiş ufak birer fıçı haline dönüşmüştük. Bizlerin kat kat giyinikliğimize inat edercesine etrafımızdakiler sanki bir sonbahar gününde dolaşır gibiler. Kimi erkekler bir gömlek üzerlerine geçirdiği bir mont, bayanlar ise baş kısımlarının etrafı kürklü olsa da bana göre ince bir kaban, çocuklar ise en fazla bir kayak montu ile dolaşırken ne onlar bizlere, ne de biz onlara benzemediğimizi anlıyoruz.
Esra içi titreyerek, dedelerini hatırladı birden. “Boşuna bizimkiler bu soğuğu bırakıp Anadolu’ya göçmemişler” diyor.
Esra’nın anne tarafı dedeleri, benim baba tarafı dedelerim gibi Kırım Türklerine dayanıyor. Dest-i Kıpçak dediğimiz, Karadeniz’in bu üst kısmında onlarca kavimin kurulduğu Türk boyları yüzyıllar boyunca bu soğuk ama verimli coğrafyalarda at koşturmuş, toprakları yurt edinmişler. Her keyfe kolay alışıldığı gibi, bu soğuk havaları bırakıp Anadolu’nun ılıman havasında yaşam bulduklarından eski güçlükleri unutmuş, rahata pek çabuk alışı vermişiz. Son zamanlarda bol bol duyduğumuz gibi, atalarımızdan gelen alışkanlıklarımız biraz olsun genlerimize kodlanmış galiba ki ben de, Esra da, doğayı şehre, dağları çöle, soğuğu sıcağa daha çok tercih ediyoruz.
Daha fazla dişlerimiz takırdamadan, onların bu sevimli hallerine gülücükler gönderip merkeze doğru hem yemek yiyecek bir yer bulmak hem de ısınmak üzere buz tutmuş kaldırımda düşmeden yürümeye çalışıyoruz
Yan yana sıralanmış ancak saatin ileriliği sebebi ile sadece barların ve restoranların caddeye yaydığı ışıklar eşliğinde üzeri onlarca yılbaşı süsü ile dolu ışıl ışıl büyük bir cam ağacına kadar yürüyüp yörenin dağlarında yakalanmış av havyalarının pişirildiği ızgaralardan etrafa yayılan kokulara daha fazla dayanamayıp bir restoranda dalıyoruz.
Romanya tarım ile uğraşan bir ülke olmasının yanı sıra, dağlık bu alanlarda hatırı sayılır av etlerini bulmak da mümkün. Hani bugün avlanması yasak olsa da köylere gidildiğinde rahatlıkla bulunabilen Ayı eti de dâhil olmak üzere her türlü dağ hayvanın etini bulabiliyor ve yiyebiliyorsunuz.
Özellikle ayı pençesi çorbası buralarda pek meşhur ve bizim kelle-paça çorbasına alternatif bir yemek. Kapuska ve patates içerikli acılı etli gulaş yemeği ile pancar ve lahana içerikli Borc çorbası ise başyemekleri denebilir.
Alıştığımız sıcaklığa zor veda edip, köy evimize dönüyor, ahşap kokusunun çarşaflara sindiği, pembenin çok kullanıldığı renkli parça yamalardan dikilmiş yorganımıza sarılıp sıcacık yataklarda uykuya dalıyoruz.
Gün ışımadan ormanın derinliklerinde gelen kurt ulumalarına uyanıyorum…
O anda gözlerimin önündeki buğulanmış camdan dışarıya bakmamla irkilmem bir oluyor. Gece fark etmemiştik ancak pansiyonumuz bir yamaçta olduğundan giriş kapısının tek basamakla girilen sahanlığına inat, arka kısmı en az 60 metrelik bir uçurumun eşiğine inşa edilmiş ve aşağısı hem karanlık hem de bembeyaz karlı ağaçlar ile dolu.
İlkokulum, evimize 500 metre uzaklıktaydı. O sene 5. Sınıf olmanın verdiği büyümüşlük hissi ile bir birimize yakın oturduğumuz 3-4 arkadaş ile okuldan eve yürüyerek dönmeye başlamıştık.
Dönüşte ana cadde yerine Bizans zamanında su sarnıcı olarak kullanılmış şimdilerde bir park ama o yıllarda bir futbol sahası haline getirilmiş, sarnıcın çukurunda büyük abileri seyredeceğiz diye, ara yollardan geçerek gidiyorduk. Sarnıcın tek, ancak geçtiğimiz sokağın diğer tarafında kalan inişini kullanmak yerine, yürüdüğümüz sokağın kenarından, merdiven haline dönüşmüş girintili çıkıntılı sarnıç duvarlarının taşlarına tutunarak iner, bir beş- on dakika, bazen evden iyi bir azar ya da sopa yemenin riskini göze alarak yarım saat maç ya da birlerine bağrışlarını seyrederdik.
O ilkbahar da sarnıç duvarlarından 10 metreyi varan çukurluğa inmek üzere taşların yanına gelmiş aşağıya doğru ilk birkaç basamak inmiştik. Benim önümden giden Ali’nin aşağıya atlaması ile üsten atılan çöpler nedeniyle köpeklerin cirit attığı bir alana dönüşmüş köşesinde, iki köpeğin bağrışlarını duydum Ardından Ali’nin çığlığını…
Sur duvarlarında kımıldamıyor aşağıya bakınıyorum…
Ali bir yandan kendisine saldıran köpekleri kovalamaya çabalarken bir yandan da az uzakta da futbol oynayanlara doğru avazı çıktığı kadar bağırıp yardım istiyordu. Köpeklerin Ali’yi ısırıp ısırmadığını anlamamıştım ama son birkaç taş kalan alt düzlüğe inmek ile inmek arasında gidip geliyordum.
İşler iyi giderken, yolda gülüşüp oynaşırken “Arkadaş” olmak iyiydi de, işler sarpa sardığında birisinin diğerinin yardımına ihtiyaç duyduğu anda Arkadaş olup olunamayacağımızı hiç birimiz bilmiyorduk. Kımıldamadan duvarlarının üstünde, yere üç metre kala duruyordum…
Üstümde daha iki kişi vardı. Onlara bakıyor inmeli miyiz, inmemeli miyiz diye bir birimize seslenmeden gözlerimiz ile sormaya çalışıyorduk. Ağzımızdan cılız bir “Hoşt-hoşt” çıksa da, sık sık kullandığımızdan sanki normal yolda gider gibi inip çıktığımız taşlardan ne aşağıya inebiliyor ne de yukarı da çıkıyorduk.
Üstümde Cemal vardı. Cemal, tutunduğu taşlardan birinin yanında ya kopmuş ya da kolay kopan bir taşı koparıp, var gücü ile aşağıda ki köpeklerin üzerine fırlattı. Öndeki, Ali’ye saldırmaya hazırlanan köpeğe gelen taş ile afallamış, darbenin Ali’den geldiğini zannedip birden kendi arkasında duran diğer köpeğin arkasına geçmişti.
Az önce arkada olup, birden Ali ile karşı karşıya kalan, o ana kadar öndeki lider köpekten aldığı güç ile havladığından, beklenmeyecek kadar kısa bir anda, hazırlıksız bir ruh hali ile lider konuma geçen köpek, o ana kadar liderliğini kabul ettiği diğer köpeğin korkup arkaya geçmesiyle havlamadığının farkı etmişti. Kendisinin Ali’ye havlamaya devam etmeli mi etmemeli mi, sorusuna cevap verememiş ama şaşkın şakın bakarken o da susmuştu.
Sessizlik anı hepimiz için geçerliydi. Ali kımıldamadan aşağıda sur duvarlarına dayanmış duruyordu. Cemal benim üzerimdeydi ve o attığı taşın yarattığı etki ile kendisi de rahatlamıştı ama hepimiz de biliyorduk ki bu sessizlik çok uzun sürmeyecekti.
Futbol sahasında top oynayan birkaç abi, bize doğru bakınmış olsalar da durumu kavrayamamışlar ve oyunlarına devam etmekteydiler.
Birden Cemal ‘in yanıma gelmek üzere adım attığını hissettim ya da öyle yaptığını zannetmeyi yeğledim…
Ben de aşağıya doğru bir adım attığım da hala yere iki metre vardı. Daha fazla basamakları kullanmayı galiba pek uygun bulmadım ki, o yükseklikten Ali’nin yanında ki toprak, taş karışımı yere atladım.
Artık ikiye, ikiydik…
Taşı yiyince arkaya geçen ve susan, diğeri önde kalıp, arkaya geçen liderin sustuğunu gören köpek ile karşı karşıya duruyor, bir birimizin gözlerine korku ile bakıyorduk.
Onlar bizden, biz onlardan korkuyorduk…
Benim indiğimi göre Ali, yerden aldığı bir taşı köpeklere doğru fırlattı. Taş her ikisinin arasından hiç birine değmeyip geçip gitti. Yere düşmem ile kalkarken ayağım az kayınca bir toz bulutu önümüzde az da olsa havalandı. Bu sırada Cemal de yanımıza inmeye az kalmıştı ki, Ali ile ben gözlerimizi köpeklerden ayırmadan elimizi yere uzatıp avuçlarımıza sığabilecek toz, kum, taş çakıl ne olursa avuçlayıp aynı hızla onlara doğru fırlattık.
Uçuşan tozlar köpeklerden çok kendi gözlerimize geldi. Ve göz teması kurduğumuz köpekler ile irtibatımız koptu.
Köpekler bizim bu acizliğimizi fark edip birer adım attılar. İkinci kez yerden çakılları avuçlayacaktık ki Cemal’in güçlü ses ile “Hoşt-Hoşt” demesi ile artık 3’e iki olduğumuzu anladık.
Cemal de iki metre yüksekten atladığından, yere düşer düşmez kalkamadı ama “Hoşt- Hoşt” demeye devam ediyordu. Ali ile ben biraz önceki göz temasımızın köpekler üzerinde ki etkisini fark etmiştik. İkimiz de bir birimize bir şey demeden köpeklerin gözlerinin içine bakıp göz temasımızı kesmeden aynı anda avucumuzu yere sürtüyor, taş olabilecek bir şeyler bulmaya çalışıyorduk.
Ali benden önce bir taş bulup köpeklere tekrar fırlattı. Taş köpeğin ayağına çarpınca gözlerini bizden ayırıp ayağına baktı. O anda, biz bir adım öne geçmiştik. Hem üç kişi olup hem onlara doğru bir adım atabilecek hale gelmiştik.
Bu arda Cemal yerinden kalktı ve hepimiz birden köpeklere Hoş-Hoş diye bağırırken futbol oynayan bir iki Abey durumu fark ettiler ve onlarda köpeklere bağırmaya başladılar. İki ateş arasında kalan köpekler Çukur Bostan Sarnıcının insanlardan uzak diğer tarafına doğru kaçmaya başladılar. Çukur Bostandan çıkarken beyaz yakalarımız düğmelerinden kopmuş, siyah önlüğümüz toz toprak içinde kalmıştı. Eve, olası başka riskleri görmeden, arkadaşlığın ne olduğunu ya da olmadığını tam anlamadan, “şöyle yaptık, köpekleri böyle korkuttuk, şöyle taş fırlattık.” deyip yaptıklarımızla gurur duyarak dönüyorduk…
Kurtların ulumasına kilisenin çanı eşlik edince havyanlar susuyor.
Vadinin tepelerinin ardından bir güneş ışıltısı, karşı tepelerin üzerinden gökyüzüne yayılmaya başlıyor. Telefonumun alarmı ile irkiliyorum. Saatimi kapatmadığımdan Türkiye’deki saate göre alarmı çaldı ancak Romanya ile Türkiye arasında ki 1 saatlik zaman farkı nedeniyle burada saat hala sabahın altısı…
Kilise çanın kesilmesi ile tekrar başlayan ancak çok da sürmeyen ulumalar birkaç arabanın aşağıdaki caddeden farları yakmış halde gecenin karanlığını yarıp geçmesi ile iyice son buluyor.
Sinaia’de hayat başlamıştı. Suyumu odadaki su ısıtıcından alıp, yanımda getirdiğim kahveyi koyduğum maşrapayı, elimi pencereye değdirdiğimde buz gibi olan avuçlarımı ısıtmak için sarmalıyorum. Gün ışıltısı artmıştı. Gene de etrafı net görmemi engelleyen vadiyi kaplamış sise ve aşağıdan geçen birkaç arabaya hayal kurarak bakınıyorum.
Baştan çocukları uyandırmaya kıyamadım ama yolumuz olduğundan dün uyandığımız Bursa’daki evimizde saat 9’a geldiğinde hepsini uyandırıyor, pansiyonda kahvaltı olmadığından kendi yanımızda getirdiğimiz kahvaltılıklarımızı sıcak ıhlamur, çay eşliğinde yapıp yola koyuluyoruz
Sinaia’ da konaklamamızın nedeni burada ki Peleş Kalesi…
Sinaia’ da konaklamamızın nedeni burada ki Peleş Kalesi…
Bu dar vadinin ilerisi Macaristan (eski Avusturya Macaristan İmparatorluğu), onun az üstü, Kuzeyi, şimdilerin Slovakya ve Çek Cumhuriyeti, yani eski Çekoslovakya ki daha eskisi Almanya İmparatorluğu toprakları… Almanlar, bölgeye hâkim olmak adına kendilerinden bir Prense kurdurdukları bu Alman menşeli Romanya Krallığı bana göre esasen bu toprakların gerçek yaşayanları, Hindistan’ın göçebeleri Romanların yaşantılarını üzerine kurulmuş bir Krallık…
Günümüzün kalan kısmında da Karpatlar içine daha da girerek Bran Şatosuna yöneliyoruz.
Bu kadar uzun süreli karlı vadilerden, ilk defa geçerek yolculuk yapıyoruz. Her ağaç, her dal üzerinde katılaşmış, ışıltılar saçan kar kütleleri birer sanat şaheseri. Çevrede yaşamdan izler bulabilmemiz ise pek mümkün görünmüyor. Hani sabah uluyan kurtlar ile pençesinde çorba yapılacak ayıların karşımıza çıkmamasını umarak ancak gözlerimiz beyazdan sulanmış, artık renkleri ayırt edemez olmuş bir halde 1 saatlik bir araba yolculuğunun ardından, Romanya’yı Macaristan’a bağlayan Transilvanya geçidine geliyoruz.
Transilvanya, “Dağların arkasındaki ülke” anlamını taşıyor. Bükreş’ten bu yana Sinaia üzerinden vadiler içinde 1000’li metrelere kadar yükseltiye çıkıp geniş bir platoya geliyoruz. Platonun ilerisinde zamanın Eflak Voyvodalığına açılan dar vadiler var. Yolun başında ise, 14 YY,’da babası II. Vlad tarafından Osmanlı’ya rehin bırakılan ve sarayda aldığı eğitimin yanı sıra biraz da Osmanlı Saray hayatının soru işaretli cinsel yaşantısında olumsuz etkilerle büyümüş III. Vlad’ı, Osmanlı kendisini buralara Eflak Voyvodası olarak atadığında önce Osmanlının yanında yer alıp Macarları asıp kesmiş. Sonra da yazılanlara göre Osmanlıya kafa tutup, 30.000 Osmanlıyı…
Transilvanya, “Dağların arkasındaki ülke” anlamını taşıyor. Bükreş’ten bu yana Sinaia üzerinden vadiler içinde 1000’li metrelere kadar yükseltiye çıkıp geniş bir platoya geliyoruz. Platonun ilerisinde zamanın Eflak Voyvodalığına açılan dar vadiler var. Yolun başında ise, 14 YY,’da babası II. Vlad tarafından Osmanlı’ya rehin bırakılan ve sarayda aldığı eğitimin yanı sıra biraz da Osmanlı Saray hayatının soru işaretli cinsel yaşantısında olumsuz etkilerle büyümüş III. Vlad’ı, Osmanlı kendisini buralara Eflak Voyvodası olarak atadığında önce Osmanlının yanında yer alıp Macarları asıp kesmiş. Sonra da yazılanlara göre Osmanlıya kafa tutup, 30.000 Osmanlıyı…
Tarih bunun gibi binlerce, onun bunun kafasını kestiği acılı hikâyelerle dolu maalesef. Bizi buraya çeken III. Vlad’ın saray oğlanlığının intikamsal sonuçlarını görmek yerine bölgenin coğrafi hâkimiyetini anlamak ve doğal yaşam içinde gezinmek.
Bir de III. Vlad Tepeş’in (Dracul) yaptıklarından esinlenerek bir efsaneye dönüşmüş, yazar Bram Stoker’in Drakula Romanında, zamanın sağlık sorunları nedeniyle diş etleri çekilen ve sivrileşen dişlerinden sızan kanlarıyla, açlık nedeniyle de zayıflamış halktan esinlenerek yarattığı Vampir Kral Drakula’nın sarayını göreceğiz.
Vampir Drakula’nın “Bran Kalesini” görmek için şatoya, karlar altındaki platodan gelen buz gibi bir rüzgârın esintisinde ve geç kaldığımızdan da alacakaranlığın çökmeye başlaması ile az biraz korkarak şatoya giriyoruz.
Kaleye tırmanarak çıkılmasının yanı sıra, sivri kuleleri, uçurumlara bakan ufak pencereleri, odalar arası gizli geçitleri, işkence sandalyeleri, eski zamanlarda buralara gelmiş ama istenmeyenlerin atıldığı dibi görülmeyen bir su kuyusu, meydanda kazığa geçirilenlerin oturtulduğu ucu sivri kalın kalaslar, odaların beyaz duvarlarına iliştirilmiş Trasilvanya’nın kırmızı siyah sancakları ve III. Vlad Tepeş’in uzun burunlu, pala bıyıklı, kalın kaşlı fotoğrafları, korkumuzu katlamaya yetiyor.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi yüzüne siyah bir maske ile kapatmış muzip bir turistin kötü kahkahalar atarak bir odadan önümüze çıkması ile odadaki herkes belki azıcık altına bile kaçırıyor.
Adımlarımızı hızlandırıyoruz. Biraz önce yaşadığımız korkunun vücudumuzu saran adrenalinin etkisinde, hava neredeyse kararmaya yüz tuttuğundan uzun şalvar etekli saray hizmetçilerinin yaktığı duvar mumlarının yaydığı parafin kokuları eşliğinde şatodan çıkıyoruz.
Bran Kalesinin önünde her turistik kasaba yeri gibi onlarca hediyelik eşya satan kulübelerden oluşmuş bir pazar yeri var. Bize en ilginç geleni tilki kürkünden yapılmış şapka ve boyunluklar oluyor. Hani burada kalmaya devam edecek bir hayatımız olsa, bu av hayvanlarından, buralarda yaşayan Romanyalılar gibi doğal yaşantılar gereği yararlanmayı düşünebiliriz. Ancak bir, iki günlüğüne geldiğimiz bu coğrafyada hayvanların bu güzel kürklerini ekonominin çarklarında mundar etmenin hiçbir âlemi yok deyip, sadece kürklere dokunuyoruz.
İçimiz ısındı gibi geldi birden ancak hava da tam karardı. Kendimizi yine her tarafı ahşap sütunlar ve sandalyelerle döşenmiş bir Romen barına atıyor, İklim sıcak bir çikolatalı süt, biz Esra ile bol tarçınlı karanfilli sıcak bir şarap içip içimizi biraz daha da ısıtıyoruz.
Akşam yemeğini bu gece konaklayacağımız, yolculuğumuzun bir saat süreceği Braşov’a bırakıp yola koyuluyoruz.
Broşov, Romanya’nın, I. ve II. Dünya savaşlarının yıkıcı etkisinden pek nasibini almamış, Transilvanya geçidinde, dağların arkasında kaldığından buralara ne Ruslar ne de Almanlar bulaşmış. Bu sayede hala eski evleri ayakta kalabilmiş. Bugünkü Romanya’nın en turistik şehri. Şehre 20 km uzaklıktaki Poiana Kayak merkezi de Romanya’nın en büyüğü ve en ünlüsü…
Hiçbir insan bu durumu dert mi etmiyor yoksa kolluk kuvvetlerinin kesebileceği cezalara mı, tırsıyorlar bilemedik ama bu sayede Kayak merkezi, itiş kakışlı araç kirliliğinden nasibini almıyor.
Poiana’da, otel fiyatları Uludağ ve Kartalkayadan çok daha ekonomik. Ama biz aşağı şehre göre Kayak merkezindeki fiyatların yüksekliğini bahane edip otelimizi Braşov’un merkezinde seçtik. Aracımızla, günü birlik dağa çıkıp 4-5 saat kayıp otelimize dönmeyi ve şehrin sokaklarında gezinerek günlerimizi geçirmeyi planladık.
Pistlerin tamamı ormanlık alan içinde. 20 kişilik teleferiklere binip 10 dakika süren zirve yolculuğumuza başlıyor. Zirvenin ilk çıkışımızda sis ile kaplı olması biraz gözümü korkuyor. Teleferikten inenler göz açıp kapayıncaya kadar kayaklarını geçirip sis ile kaplı ormanın için dalıyor ve gözden kayboluyor. İklim ile ben zirvede sadece bir birimizin birkaç metre etrafını görebildiği bulut içinde kalakalıyoruz.
Korkum artıyor. Birkaç sene önce Kartalkaya ormanlarında çocuğu ile kaybolup iki gün sonra donmak üzere bulunan baba ile oğlunu hatırlıyorum. İklim’e geri dönmeyi ya da gelecek teleferiği beklemeyi öneriyorum. On dakika içinde gelen teleferikten inenlerden yardım isteyip onların peşinde zirveden orman içinde kaymaya başlıyoruz.
Bizim hızımla eğlene eğlene 30 dakikada kayarak inebiliyoruz aşağıya. Kısacası in-çık 1 saat… Bu neden ile aradaki sıcak çikolata ve bira molalarını da kattığımızda, günde 3, en fazla 5 defa teleferik ile zirveye çıkmamızla günü bitiriyoruz.
2. gün kayağımız biraz daha uzun oluyor. Akşam hava kararmak üzere iken gece kayağı yapanları seyredebildiğimiz, teleferiklerin yanında ki bir kafeteryaya giriyor pencerenin önünde bir yer bulup birer sıcak çikolata ve salep içerken kayanlara bakıyoruz.
Her ikimizde seviyoruz karı, karlı ortamlarda olmayı.
İstanbul’da çocukluğumu geçirdiğim sur içi mahallesinde ki evimizin önü meyvelik ve çiçeklik, arkası kümes ve araba garajlı bahçeydi. Mahallenin yapışık nizam binalarında bahçesiz büyüyen çocuklarına göre ayrıcalıklı bir çocukluk geçirmeme neden olan evimizin arka kısmında ki garaj ve tavuk kümesi sevgili Babamın hayata bakışını yansıtan birer şaheserdi benim için. Her ikisinin de çatısı, her kar yağdığında çıkılması ve üzerinde ki karların orta boşluğa ittirilmesi, sonra da kümesin ya da garajın çatısından bol karların üzerine atlanması; mahallenin tüm çocuklarının özlemle beklediği bir andı.
İlkokulun ilk yıllarına gittiğim kışlardan birinde, çok ama çok kar yağdığı bir günde hem bahçemize girmeye alışık olan mahalle çocukları, hem de geçen hafta ki yoğun kar yağışı sonrasında yaptığımızdan alıştıkları, o çatıyı süpürme ve bol karlar üzerine bir iki metreden atlama oyununa kendilerini hazırlamışlar, beni bekliyorlardı. Ben ise geçen haftaki karda oynarken üşütmüştüm. İçimden, bahçede oynamak geçirsem de, hasta olmuş evden çıkamaz hale gelmiştim…
O gün pencereden, sokakta kartopu oynayan, bir biri ile itişen çocukları seyredip çocukluk hayallerimi paylaşamadan zamanı ötelemek zorundaydım.
Seyrek de olsa sokaktan arabaların geçmesi yetmezmiş gibi, çocuklar da kartopu oynayıp içim giden karları bitirince önce bizim ön bahçeye girmişler sonra da arka bahçeye geçip çatıya çıkıp elleriyle, ayaklarıyla karları arka bahçenin ortasına itelemeye başlamıştı.
Sonra da pencereme dönüp, kimisi dağılmış, kimisi hiç ellenmemiş karlara baka baka yarım kalmış hayallerimi yaşatmaya, yeni hayaller kurmaya devam ettim.
İklim’in, “Baba sıcak çikolatam bitti. Biraz da gece kayağı yapalım mı?” diye uyarmasıyla, dışarı bakarken daldığım pencerede ki su damlacığından gözümü kayırıyor ve “Tamam.” diyorum.
Brasov bölgesinin turistik kayak merkezi olarak hizmete giren ilk yerleşkesi ve 1900 yılların başında Poiana, uluslararası kayak yarışmalarına ev sahipliği yapacak şekilde tasarlanmış. Romanya’da ki ilk kayak yarışması da burada gerçekleştirilmiş. Kayak Merkezi 4 dağ ile çevrili. Postavarul (1.799mt), Piatra Craiului (2.238mt), Bucegi (2.505mt), Piatra Mare (1.848mt).
İstenirse zirveden siyah kategoride ki kısa ama dik pistleri kullanarak da inilebilir. Burada farklı zorluk derecesinde 8 pist bulunmakta. Ayrıca Kayak Merkezinde gece kayağı da yapılıyor. Ama biz daha çok yeşil, mavi, kırımızı pistleri kullanıp mümkün olduğunca gün içi kayışlarımızda orman içi bol karlı yolları tercih ediyoruz. Ara sıra birkaç çam ağacına toslasak da ağaçlara çarpmamak için vücudumuzu kıvrak kullanmaya çalışmak daha çok hoşumuza gidiyor.
Yarın yılın son günü…
Bu gezimizi özel kılan bir başka konu ise, ilk defa yeni yıla ülkemizin toprakları dışında geçirecek olmamız. Gerçi benim gezginliğim nedeni ile ben birkaç kez bu anı yaşamış ve dünyanın diğer toplumlarının bu konuda ki yaşam biçimlerini görmüş ve sokaklarda aileleri ile çocukları ile dolaşan, az çakır keyfi olsa da sınırları aşmadan Yeni Yıla girenlere hep biraz özenerek bakmış “Bir gün ben de, biz de…” demiştim.
İşte o gün gelmişti. Yaşım 53.
Üstü süslerle kaplı, önünde hayvan yağından yapılmış iki mumun yandığı Akçaağacın önünde duruyoruz...
Saçları iyice seyrekleşmiş nine torbasından çıkardığı deve kemiklerini, biraz önce kımız içtiği bakır kasesini eteği ile silip içine atıveriyor, karşı köşede doksanlı yaşlarını çoktan geçmiş kocası, dişlerini kaybettiğinden konuşma yetisini de biraz kaybetmiş bir halde önündeki tütün torbası ile oynarken bir şeyler mırıldıyor, elleri titrediğinden artık kendisi saramadığından daha kişilikleri oluşmamış torunlarını çocukları dedelerine bir sigarayı kurumuş bir yaprağa sarıp uzatıyor, evin kadını patates, ile havuçları haşladığı suyun içine makarna taneleri atıyor, evin kadını Börte, at kılından yapılmış kıl keçeli gerinde dul kalmış annesi ve onun annesi ve kocasına yani kendi nenesi ile dedesine ve üç çocuğuna bakıyor, birden “Tek dileğim bu kışı da sağ salim geçirmek” diye mırıldanıyor, geçen kıştan kalmış ama bozulmamış akçaağacın üzerinde ki diğer süslere dokunmadan ona hediye ettiğimiz tespihi asıyor ve gülümseyerek "Bu tespih bize uğur getirecek..." deyip hepimize birer tas çorba uzatıyor, at kılı ile iki kat sarılmış gerin içi yirmili derecelerde olsa da ağustos ayının ortasında dışarısı sadece 5 dereceydi, kışın bu, "Orhon yazıtlarının" bulunduğu Moğolistan'ın “Ötüken" denilen ata topraklarında eksi ellili derecelere düşerken, tek dayanakları; Gök Tengri'ye olan inançları ve gerin içindeki kendileri ve atları gibi bodur eskilerin akça ağaç dedikleri bu süs ağacına tütsüleri, bez paçaları ve delikli taşları asmakmış.
Bu yıl ilk defa ailemle yaşadığım topraklardan uzakta, ama hep birlikte, ancak yaşadığım topraklarda hissedemeyeceğim kadar özgür ve güvenli bir halde Braşov’un şehir meydanına kurulmuş 25 metre yüksekliğinde bir çam ağacının etrafına sıralanmış sıcak şarap ve sosis ya da çikolatalı krep satan satıcılarda kuyruğa girmiş yüzlerce kişi ve meydanı dolduran binlerce kişi ile belediyenin kurduğu bir platformda Romence türkü söyleyen, halk oyunları oynayan sanatçıları izliyoruz.
Bir iki şarkıda bir değişen sahnede ki sanatçıların rengarenk kıyafetleri, müziğin tonu ve havai fişeklerin ışıltıları altında meydanda toplanmış kalabalığı sarıp sarmalayıp ısıtıyor.
Ocak 2019