Zakopane

Oswiecim'den Zakopane'ye
Morskie Oko gölüne doğru Gözlerimiz buğulu…
Bu sabah Prag’ın rengârenk kiremitli çatılı evlerini terk ederek Avrupa’da her daim düzenli ve keyifli yolculuk yapabildiğimiz taşıma araçlarından birisi olan trene, Prag-Krakow trenine binmiş, bölgenin tahıl deposu Polonya’ya doğru ilerliyoruz.
Planlarımıza göre gece olmadan Oswiecim'e gireceğiz. Nasıl bir duygu içinde olacağımızı bilemeden, nelerle karşılaşacağımızı düşünerek, II. Dünya savaşı yıllarını ve sonunu anlamak için okuduğumuz kitapları gözümüzün önünden geçiriyor o zamanın vahşetine tanıklık etmiş Polonyalıların ve çocuklarının neler düşündüğünü kavramak için gizliden gizliye etrafımızı süzüyoruz.

Acaba kaçının sülalesinden kaç kişi yakılarak yok edildi Oswiecim'de?

Tren her durakta duran bir tren değil. Prag-Krakow treninden Katowice’de inip yerel bir banliyö treni ile Ağustos ayının geç kararan havası sayesinde akşamın sekizinde, alaca karanlıkta Oswiecim’e varıyoruz.

İstasyonda bizim gibi inen birkaç kişi var. Arkadaki caddeye açılan bekleme salonunun en az elli senelik kapısını bizden önce geçenler ittirip açınca biz de arkalarından dalıyoruz. Bilet gişesinde bir yolcu olmadığından bilet satma derdinde olmayan gişe görevlisinin gazete okuyan gözleri bir ara bize kayıyor. Kadın hiç birimize aldırmadan göz kapaklarını tekrar gazete üzerine döndürüp varlığımızdan etkilenmeden okumasını devam ettiriyor.

Sanki birilerinin geliyor ya da gidiyor olması hiç umurunda değil. 



Neden olsun ki? Böyle insanlık dramı yaşamış bir kasabaya korkmadan ve çekinmeden bir sevgi yeşertmek için kim gelmek isteyebilir ki?

Geçit salonunda tuz ruhu gibi bir asit kokusu var. Sanki yaşanmışlıkları, buralarda gezinmiş pisliklerin her türlü kalıntısını yok etmek istercesine yerlere dökülmüş asit genzimizi yakıyor. Biletçi kadın alışmış belli. O hiç rahatsız olmadan gazetesini okumaya devam ediyor.

Kapı önüne çıkıyoruz. Ortalıkta da yürüyen, koşuşturan, istasyona giren çıkan insanlar görünmüyor. Sadece bizimle inen iki geniş kalçalı hanım, ellerinde içi az dolu yere değmek üzere sarkmış fileleri ile istasyon önünde hiç durmadan karşı caddeye doğru yürüyüp gözden kayboluyor.

Gelmeden önce baktığım kalacağımız köy evi, tren istasyonuna dört km kadar uzaklıkta. Altı saatlik tıngır mıngır bir tren yolculuğunun üzerine dinç olsak da yürümek istemiyor, şehre giden bir otobüsün gelmesi için önünde kimsenin beklemediği otobüs durağına ilerliyoruz.

Gerçi geleli üç-beş dakika oldu ama istasyonun önünden geçen cadde de fazla sakin. Biz geldiğimizden beri daha hiçbir taşıt geçmedi.

Bir üç beş dakika sonra gara yolcu getiren bir taksi ile karşılaşınca çölde, içinde su olan bir vaha görmüş Bedevi misali sevinerek taksinin yanaşmasını ve yolcunun inmesini bekliyoruz. Şoför hiç aldırmadan yolcusunu indirip bizi almadan hareket ederken sanki arkadan başka bir taksi gelecek de onunla gidersiniz der gibi bir el hareketi yapması ile önümüzdeki Arnavut kaldırımlı taşlı yoldan 1970’lerden kalma eski arabasının egzozundan yağlı bir dumanı atarak kadınların kaybolduğu karşı caddeye dalıp o da gözden kayboluyor.

Çekiniyoruz biraz. Soru soracak kimse olmadığı gibi her var olan da karşıdaki caddede sanki cadde arkası, o eski düz dünya tanımlarında olduğu gibi bir tepsinin kenarı da, caddeden gidenler bulunduğumuz dünyayı terk edip uzay boşluğuna düşüyorlar.

Alaca karanlığın karanlığa dönmesine az kalmıştı ki kaybolan arabanın aynı markasından ama kırmızı renklisi ve aynı eskilikte bir başka Lada, neyse ki mazot yakmadığından daha sessiz ve kokusuz olarak önümüzde durarak binmemizi bekliyor. Ama şoför hiç oralı değil. Hani arabaya binsekte olur, binmesekte olur tarzından elleri direksiyonda sadece boş gözlerle ileriye bakıyor.

Sanki geçmişte yaşadıkları olmasa bile kasabasında ki yaşanmışlıkları anımsamak istemezcesine boşluğa bakarak dalıp gidiyor.

Arabanın bagajını kendimiz açarak sırt çantalarımızı koyuyoruz. Ben öne, ekibin geri kalanı da iki buçuk kişi alabilecek arkaya iki yetişkin iki çocuk dört kişi sıkışarak oturuyorlar.

Bu gezimizde Mehmet yok. Son anda çıkan işi sebebi ile gezimizi, Alpsoley ailesinin bir eksik ferdi ile Emre, Münevver ve biz beş kişi olarak yapıyoruz.

Alpsoley’leri tanıyorsunuz artık… Bizim sırt çantalı gezi arkadaşlarımız. İklim üç, Emre bir yaşından beri birlikte her sene ulusal ve uluslararası gezilere çıkıyor ve çocuklarla da rahatlıkla hem de eğlenerek gezi yapılabileceğini hem kendimize, hem de çevremize göstermek için bolca sosyal medyada paylaşımlar yapıyor, bu okuduğunuz gibi yazılar yazıyoruz.

Bu gezide Mehmet’in olmamasın benim için ek bir sorumluluk yükleyeceğini düşünerek yola çıkmıştım ama Prag’da geçirdiğimiz iki günü ve sabahtan beri yaptığımız yolculuklarda ne çocuklar ne de hanımlar bu konuda bana en ufak bir ek yük olmadılar. Anladım ki, yıllar içinde ufak ufak geliştirdiğimiz gezi alışkanlıkları ile artık çocuklar da kendi başlarına, sırtlarında kendi sırt çantaları ile yolculuk alışkanlıklarını devam ettirebiliyorlar. Anneleri de onlara pek takılmadan, yedi-yemedi, üşüdü-üşümedi’sine aldırmadan hepimiz doğal yaşam içinde gezilerimizi sürdürebiliyoruz.

Herhangi bir parkta da konservelerimizi açıp karnımızı doyurabildiğimizden, yorulunca her birimiz farklı bir bank bulup üzerinde uyuklarken çocukların kendi başlarına parkta ebelemece oynamalarına aldırmadığımızdan beri de artık hepimiz profesyonel birer gezgin olmuştuk.

Neyse biz an'ımıza dönelim, anladığımız kadarı ile gardan müşteri alan araçlar belli. Zira biz kalkmadan arkamıza aynı renkte benzer bir Lada gelip konağını kapatmasıyla biz hareket ediyoruz. Şoförümüz o geniş kalçalı, fileli hanımların ve diğer taksinin kaybolduğu caddeye sapınca içime bir korku düşüyor. Ama ilerledikçe yolun birden aşağıya doğru ufak bir vadi içine girdiğini görünce buraya girenin neden kaybolduğunu anlıyorum. Önümüz göz alabildiğimize yeşil ve etrafta sivri çatılı evlerin yanı sıra birçok Katolik tarzı ince ve sivri minare benzeri kilise kuleleri ile çevrili.


Din her yerde etkin bir biçimde kendisini gösterirken kiliselerden birisinin yanında ki sokağa girip yan yana bahçe içinde bir kaç evi geçip dördüncüsünde duruyoruz.

Konuşmadan gelmiştik buraya kadar. Ne Şoför İngilizce biliyor, ne biz Lehçe… Elimizdeki rezervasyon kâğıdını göstererek geldiğimiz “White Garden” pansiyonu iki odalı ufak bir Oswiecim evi. Pencerelerinin maviliği, kapı önündeki rengârenk açmış çiçekleri pencerelerden sarkan dantelli perdeleri ile biz daha girmeden o uzun örgülü sarı saçlı kırmızı etekli Polonyalı kadınlar ile kenarları kırmızı düz şeritli mavi pantolonları ve kolsuz cepkenleri içine giydikleri beyaz gömlekleri ile salına salınana dans eden, fötr şapkalı Polonyalı delikanlılara özdeş bir çift bizi yerel kıyafetleri ile kapıda karşılıyorlar.










Eve girdiğimizde karanlık olduğundan, ev sahibelerimizin hazırlamış olduğu yerel birkaç yemek ile karnımızı doyurup yatıyoruz.

Korku değil ama endişe ya da gizli bir merak ile geçiriyoruz geceyi. Yarın sabah görmek istediğimiz ama hissedeceklerimizden tedirgin bir halde orada yaşanmış olanların yaşanmasını hiç istemesek de, bir buçuk milyondan fazla insanın yakıldığı Auschwitz-Birkenau Ölüm Kampına gireceğiz.

Sabah erken kalktık. Ama hiç birimiz pek aç gibi değiliz. İklim VII. sınıf müfredatı gereği II. Dünya savaşı ve sonuçlarını değerlendirdikleri ders konularında Hollandalı Yahudi kızı Anne Frank’ın hayatı ve Nazi’lerin tüm Avrupa’da yaptıkları Yahudi Soykırımını işledikleri kitabi bilgilere sahip. Ama hiçbir ölümün, kitaptan hissedilemeyecek kadar acı vereceğini daha bilmediği bir yaşta.

Etrafı dikenli tellerle çevrili, tepesinde Nazilerin yaptıklarını saklayan sloganı “Arbeit macht frei/Çalışmak özgür kılar” yazılı demir kapısından içeri tek sıra halinde giriyoruz.

Yerler tozlu ve çakıl taşlı, pencereler demir parmaklıklı. Yan yana dizilmiş tek katlı binalardan öndekiler Nazilerin yönetim birimleri, arkaya doğru Yahudileri güne haşlanmş bir tas soğuk buğday çorbası içerek başladıkları, gece bir yatakta bazen üç kişi yatmak zorunda kaldıkları soğuk taş yatakhaneleri önünden geçip yürüyoruz. Gaz odalarına gönderilmeden önce soyundukları için kıyafetlerini yavaş yavaş bıraktıkları, içi hapishane pijamaları, terlikler, yemek tasları, taraklar, traş malzemeleri, bavullar, hatta yastık içi, tiftik gibi battaniye yapılmak için kesilen saçları görerek ilerlerken, İklim, daha ikinci binada, çocuk ayakkabıları ile dolu odaya gördükten sonra, “Gezmek istemiyorum. Burada ağır bir koku var Burada sizi bekleyebilir miyiz?” deyip Emre ile bir binanın giriş merdivenlerinin kenarına oturdular. Biz de ısrar etmiyoruz...


Düşünsenize bi; o yıllarda onlar “bizler gibi, günlerce yaptıkları bir tren yolculuğu sonrasında,” bir kampa gelip, içeri de sıcak bir duş alıp kendinize geleceğinizi söyledikleri binaya doğru ilerlerken önce elinizdeki valizi kapı önünde bırakıp çıktığınız birkaç basamaktan sonra girdiğiniz koridordaki ilk odasına kıyafetlerinizi çıkartmanız istendiğinde, utansanız da öndeki ona söyleneni çoktan yaptığından ve çırılçıplak ilerlediğinden, siz de aynısını yaparak yürüyor ve duş almak için girdiğinizi zannettiğiniz, beşerli-onarlı ya da oda kaç kişiyi alabilecekse o kadar kişi ile çırılçıplak bir odaya giriyorsunuz. 
Tepedeki duş fıskiyesinden günlerdir yıkanmadığınızdan temizleneceğinizi umup su beklerken birden bir gaz çıktığından önce ağzınızı sonra burnunuzu kapatıp nefes almak istemiyorsunuz ama nefes almadığınızda öleceğinizi bildiğinizden az parmaklarınız aralarken birisi sizin üzerinize basarak odanın üst köşesinde bulunan minnacık bir fare deliğinden gerçek havayı teneffüs etmek, nefes almak için sırtınızdaki ayaklarının parmak uçlarına kalkarak bastığında, siz aşağıda çırpınırken nefessiz daha fazla duramıyorsunuz. Ölmemek için bir iki nefes alıyorsunuz ama burnunuza gelen üstünüzdeki insanın ayak kokusuna karışmış bir yağ kokusu. Siz ayak kokusunu yeğleyeyim derken odayı kaplamış siyanürlü gri Zyklon B gazı gelip önce boğazınıza yapışıyor sonra burnunuzdan içeri girip nefes borunuzdan geçip akciğerlerinize ve bronşlarınıza yavaş yavaş doluyor. Ve siz sadece sırtınızdaki adamın, odayı kaplayan gazı havadan hafif olduğu için tavanda birikmiş kısmında, sizden önce nefes aldığından sendeleyerek düştüğünü, düşerken ayağı ile kulağınızı ezdiğini ve yığılıp sırtınızda ölmesini görmeden hissediyorsunuz. Vücudunuza değen başka bir ölü bedenin daha soğumamış terleri yanağınızdan akarken siz de yere yapışıp ölümü bekliyorsunuz.


Bunu düşünmek bile korkunç iken, Nazilere daha yakın olmuş birkaç Yahudi, bir kere ölmek yerine birkaç kez ölmemeyi seçerek, biraz daha uzun yaşamak adına odanın diğer arka kapısını açıp içeride yığılmışları, önünde at koşulmamış bir çekçek arabasının arkasına un çuvalı misali üst üste koyuyor. Sonra da dolan arabaya kendilerini at yerine koşup çekiyor. Birkaç on metre ileride yine kendilerinin açtığı geniş bir çukurun kenarına yanaşıp çıplak cesetleri üst üste, kendinden önce gelip boşaltılmış çocuk cesetlerinin üstüne kadın, kadın cestlerini üzerine erkek, erkek cesetlerinin üzerine kız/oğlan ayırt etmeden çocuk cesetlerini fırlatıp, aynı görevi tekrar yapmak üzere gaz odasının arka kapısına geliyor. Ve kapı önünde odaya diğer ön kapıdan yeni gelmişlerin çığlıklarının bitmesini bekliyor.


Ta ki canlı canlı yer düşüp, bir Nazi’nin tekmesiyle, o fırlatıp attıkları cansız bedenler üzerine iteklenene kadar…




Ta ki kendi üzerlerine başka cansız bedenler atılıp, arada kaldıklarında geç ölmek adına fırlattıklarından af dilerken, gerçekten ölene kadar..

Kokuyordu hala odalar ve mahzen.

Dar koridorda az daha ilerleyip krematoryum bölümüne geldiğimizde artık bir buçuk milyon Yahudi’nin altı ay içinde yakılırken haykırdığı sessiz çığlıkları bizlerin boğazına takılıyor.

Yanan et kokusunu hala duyar gibiyiz. İsli lambalar, kap kara fırınlar, insan cesedi yakmaktan kararmış duvarlar, bir apartmanın kömürlü kalorifer dairesinde çalışan kapıcının kazan önünde, kazazın yanıyor olmasına rağmen daha harlı yanması için kapağını açıp alevler üzerine fırlarken az geri çekilip, bir kürek siyah kömürü kazana atar gibi, gaz odasında öldürülmüş insan cesetlerini tekerlekli fırın arabalarında birer birer içeri sürürlerken, fırının kapağın açılması ile mahzene yayılan yanık insan eti kokusu hala duruyor. Ve hala insan derisinden çıkan isli yağlı duman, atılan son Yahudi’nin arkasından kapanan kapının menteşelerinin yanından çıkarak gözlerimizi yakıyor…


Buğulu gözlerimizi ovalayarak çıkıyoruz gaz fırınlarının saklandığı yer altı mahzeninden!

Sabahtan beri açız ama hala aç olmayı bu yaşananları görmemiş olduğumuza yeğleyerek kapı önünde sanki kampta yakılan kendi yaşıtları ile ebelemece oynarcasına koşuşturan İklim ve Emre’yi sessizce peşimize takıyor, kırk bin nüfuslu Oswiecim’in o günlerde yaşananlar için sık sık dua edildiği, birçok kilisenin yanında geçerek meydanına doğru pek konuşamadan yürüyoruz.


Kasaba hala sessiz ama içten içe açılarını kendi başına yaşar halde. Oswiecim meydanına bakan bir iki yerel lokantadan birisine girip, günlerce aç kalmış Yahudi soykırımında hayatını kaybetmiş beş milyon insanın “Neden ama neden öldürüldüler?” deyip bir anlam yükleyemeden çok yemek seçmeyi isteyemeden, karnımızı yerel bir çorba ile doyuruyoruz.

 İklim ile Emre yemekler masamıza gelesiye kadar meydanda bir birlerini ebelemece oynuyorlar. Birisi diğerine uzakken, sırtında ki acıyı hissedip “Ahhh sen nasıl bana deydin?” derken belki de o meydan da dolaşan Auschwitz Kampından kaçamamış çocukların ruhları bizimkilerden birisine dokunuyor ve onu ebeliyor.

Bugüne kadar okuduklarımıza, burada gördüklerimizi ekleyerek, benzer bir tren ile Oswiecim’den Krakow’a doğru yola çıkıyoruz.

Krakow’u iki gün sonra gezeceğiz. Ama bu gece Krakow’a iki saat uzaklıktaki, yarısı Slovakya’da, yarısı Polonya’da kalmış Karpat Dağlarının Avrupa’da ki başlangıcına, Zakopane yöresine gideceğiz.




Münevver’in yeğeni Krakow’da yaşaması bizim için bir şans. Kendi arabasını bize vermesiyle önce Wiecliczka Tuz Madenine giriyor madende yapılmış tuzdan heykellere hayran hayran bakıp-tabiki parmaklarımızı ağızımızda ıslatıp eserlere sürtüp tekrar parmağımızı yalayarak gerçekten tuzlu mu değil mi diye kontrol edip - ve yerin yedi kat altına, 110 metreye kadar yürüyerek inip, Kralların eğlenceler düzenleği tuz odalarını ve kaya tuzu çıkartılan yatakları geziyoruz.


Sonra ver elini Karpatlar...


Yol hafta sonu olması nedeni ile çok kalabalık. Ama hiçbir aracın başka bir aracı geçmeden ve de geçmek istemeden, sıkışık trafikte klakson çalmadan iki saatlik yolu üç buçuk saatte alıp Zakopane’nin dağ eteğine yerleşmiş merkezine geliyoruz.

Burada tüm hosteller köy evi Pansiyonu durumunda. Tümü ahşap iki katlı, içinde bizden başka üç-dört ailenin daha olduğu bir köy evinde kalıyoruz.

Zakopane’nin merkezine bir iki km uzaklıktayız ama sabahtan beri yaşadıklarımızla bozulan sinirlerimizi ancak bir doğa yürüyüşü yaparak toparlayabiliriz deyip, çam ağaçları ile kaplı kasabanın dar yollarından merkeze iniyoruz.


Ortada çok büyük bir panayır bizi karşılıyor. İçinde envai çeşit peynir şarap jambon tart marmelat çeşitlerinin olduğu, pazarın ortasında insanların ellerinde şarap bardakları ile köşede yerel halk danslarının müziğini çalan orkestraya eşlik ederken buluyoruz. Kalabalığın neredeyse tamamı Polonyalı gibi.

Her peynir ve şarap tattırandan birer yudum alarak pazarı tavaf ettiğimizde hem midemiz doymuş hem de yeterince şarap tattığımızda yarı çakır keyfi olmuştuk.

Yarın büyük bir gün olacak bizim için. Hani tepimiz biraz doğa severiz ama yarın yirmi kilometre yukarıda ki dağ gölüne gitmek için uzun bir trekking yapacağız. Karnımız yarı tok, sırtımız tam pek olarak geldiğimiz yoldan elimizde pazardan aldığımız, yarın sabah kahvaltıda yemeği planladığımız jambon ve peynirleri,  bal ve köy ekmeği ile  geldiğimiz yoldan tekrar evimize geri dönüyoruz.

Zakopana aynı zamanda 1200 metrede bugüne kadar dört defa Dünya Kayak Şampiyonasına ev sahipliği yapmış bir kayak merkezi. Etrafında ki dağlara çıkan birçok teleferik var ama biz sabah iyi bir kahvaltı sonrası 3.200 metredeki “Morskie Oko” gölüne birkaç saat yürüyeceğimizden ve aldığımız oksijen sayesinden biraz olsun sinirlerimiz yatıştığından vücudumuz huzur içinde erkenden yatıyoruz ama ben gece rüyalarımda Oswiecim’de yaşananları düşünmeden uykuya dalamıyorum.


Sabah ağustos ayında bile zirvesi karlı dağlarla kaplı Tatra dağına bakan dantelli penceremi açıp içeri bol temiz hava girmesini sağlayarak hem kendimi hem de çocukları uyandırıyorum. İklim bir fırlayıp doğrudan Emre’lerin odasına koşturuyor ama Emre’nin kendisinden önce uyanmış olduğunu görüp onu uyandıramamış olmanın muzipliğinde az biraz suratı asık geri geliyor.

Bir kaç dakika, içinde erken saat olsa da güneş vuran balkonumuzda sıcak bir çay içmek hepimizi kendimize getiriyor. Ama gene de hava sıcaklığı bu saatte yedi santigrat derece olduğundan kahvaltıyı dün pazardan aldığımız nevaleler ile oda içinde yapacağız.


Biz kahvaltı ederken merkeze inen ya da merkezden çıkan insan kalabalığı evimizin bahçesi önünde yavaş yavaş artarak geçmeye başlıyor.

Hadi aşağıya inenlerin “Teleferiğe binip de dağ yamaçlarına çıkacaklardır”  damgasını yapıştırıp anlam yüklemiştik ama çocuk arabalarını ittirenler, kimileri yanında çocukları ile genç yaşlı demeden ellerinde treeking bastonları ile önümüzden geçenlere bir anlam yükleyemiyoruz.

Sayıları her geçen an artan kalabalıktan, yukarıda bir festival mi var acaba deyip geç kalma endişesi ile bir ara çekinmeye bile başladık.


Kahvaltımızı hızlıca yapıp, evimize on kilometre uzaklıktaki göle yürümeye başlayacağımız son araç park alanına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yol da bizim gibi giden, dağa tırmanan onlarca araçtan gene hiç birisi diğerini geçmeden ilerliyoruz. İlerledikçe yol kenarlarında bizim evin önünden geçenler gibi ellerinde yürüyüş bastonları ile yürüyen, yüzlerce insan merakımızı arttırmaya devam ediyor.

Trafik sıkışık bir süre sonra yol kenarına park etmiş araçlar gözümüze çarpıyor. Araçlardan inenler yürüyüş takımlarını alıp, sırtlarına geçirdikleri ufak birer çanta ile orman içine dalarak gözden kayboluyorlar.

Sıkışıklık artık çok fazlalaştı. Nereye gider bu arabalar, kalanlar neden kalır sorularına cevap ararken, karşımız sola işaretle “Slovakya Gümrük Kapısı” ve sağa işarette “Morskie Oko Lake” tabelası ile karşılaşınca arabalarının hepsinin sola, Slovakya’ya saptığını görünce biraz şaşırıyoruz.

Tam kavşağa gelince Polis göl yolunu kapatmış gelen tüm araçları ya Slovakya’ya yönlendiriyor ya da geri döndürüyordu. Daha en son park alanına beş km var iken, hatta birçok insanın daha yirmi km aşağıdan yürüyüşe başlayıp göle gitmek için sabahın erken saatlerinde yola çıktığından, polisin bize dönüp “Park yeri dolu. Girmek yasak. Geri dönünüz!” deyince direksiyon başında apışıp kalıveriyorum.

Cin fikirliliğim birden işe yarıyor… Polise dönüp, arabadakileri gösterip “Hanımları ve çocukları üst park alanına bırakıp geri döneceğim” diyerek giriş iznini zor bela alıyoruz. Alıyoruz ama ne işe yarayacak ki? Binlerce aracın park alanında bir tek boş araç yeri yok…

Tam geri dönerken, nasıl olduğunu bilmediğimiz bir şekilde sabahın o erken saatinde birisi, herhalde yürüyüş fikrinden caymış olacak ki, park ettiği yerden çıkması ile önümüzde bir kişilik park yeri bulmanın sevincinde herkes araba içinde bağırmaya başlıyor.

Eğer bu yeri bulamasaydık, aracı park etmek için Zakopane’ye geri dönmek ve yol üzerine park ederek en az on kilometre ekstra yürümek zorunda kalacaktık.

Sevincimizi daha fazla belli etmeden, göle daha on bir kilometrelik bir yürüyüş olduğunu bilerek arabadan iniyoruz. Yan patikalardan karıncalar gibi gelen yüzlerce insan var. Her biri o yolda geçtiğimiz ya da biz kahvaltı ederken evimizin önünden yürüyerek geçip gelen çoluk çocuk, genç yaşlı, bebek herkes burada. Saymamız mümkün değil ama göle doğru yürüyüş yapan Polonyalıların sayısı binli rakamları çok aşmış olması çok muhtemel…

Araç park alanından göller bölgesine araç giriş yasak. Böyle bir organizasyonu, bakkala dahi arabası ile gidenlerin olduğu ülkemizde, “olasılığını” düşünemiyoruz bile.

Hani biz de yürüyüşçüyüz ama bu toplum kadar değil.

Park alanından 18. yy’da Polonya krallığında, Bialowieza ormanlarında özgürce yaşayan Pony ırkında evcilleştirilmiş uzun yeleli, kısa boylu Konik Atlarının çektiği birkaç fayton görünce biraz olsun seviniyoruz.

Hani git on bir, gel on bir hesabıyla eder yirmi iki kilometre. Bizler o en aşağıdan sabahtan yirmi çık, yirmi de dön hesabıyla kırk kilometre yürüyen Polonyalı doğa yürüyüşçülerinde olmadığımızdan, şimdilik günde onlu kilometreli yürüyüş parkurunu anca tamamlayabildiğimizden, yukarıya içinde on, on iki kişi alan bir at arabasında çıkmaya karar veriyoruz.

Yolda ilerledikçe birçok genç ve orta yaşlının yanı sıra, yüzlerce çocuklu aileler, yaşlı ama dinç yürüyüşlü insanlar gezinti yapar gibi değil de, bir postacının yürüyüşü hızında az koşar adım misali ama hemen hemen hepsinin ellerinde yürüyüş bastonları ile durmaksızın yürüdüğünü görmek bizleri yeterince şaşırtıyor.

Göle iki km kala “Hadi yeter bu kadar!” deyip bizleri de arabadan indiriyorlar ve kalan son birkaç km’yi sadece uzaklardaki zirveden eriyerek akan kar sularını seyrede seyrede, bazen de kısa olsun diye dolambaçlı yol yerine dik bir patika üzerinden orman içinde yürüyerek göle varıyoruz.


Yukarısı bir doğa harikası. Masmavi ve buz gibi büyük bir göl, önümüzdeki Tatra dağının zirvesinin diğer tarafı Slovakya olan dik bir yamacın altında kendisini bize gösteriyor. Etrafımızda iğne atsan yere düşmeyecek kadar çok, ama gerçekten çok insan var ama ne yok biliyor musunuz?

TEK BİR ÇÖP YOK.

Ne yerlerde, ne gölde, ne yolda bir plastik torba, bir şişe, bir kâğıt parçası görmeden buralara kadar geldik.

Üzüldük tabi… Neye mi ? Kendi ülkemizdeki doğanın haline.

Dönüşümüz de at arabası ile inme yerine on bir km’lik yolu, bazen orman içinden, bazen de atların geçtiği yoldan yürüyüp arabamıza geldiğimizde, coğrafi koşullara göre yaşam alışkanlıklarını ve kültürel eğlencelerine şekil veren Polonyalıları tebrik ederek köy evimize gelip günün yorgunluğunu atıyoruz.

Ağustos 2018