Stockholm

Trolerin Şehri Stockholm
Bir başka ilk için yolda olmak ne kadar heyecan verici olsa da bazen yorgunluk, yolculuk heyecanının üstüne çıktığı oluyordu. Bu gezimizin, bugüne kadar yaptıklarımızın en yorgunu olduğunu söyleyebilirim.
Az zaman ve çok büyük olmayan bir bütçe ile Dünyanın etkin 4 başkentinde olmak ve farklı ırk din ve anlayışları anlamaya çalışmak bizi biraz yordu. Sürekli değişen hava şartlarının yanı sıra, İklim’in yemek yeme alışkanlıklarının dışında bir süreç yaşaması, onun aç olduğunu düşünmemiz, gezimizdeki heyecanı bazen bastırıyor, bizi bazen hüzünlendiriyordu. 

Bu onun için de bir deneyim, onun içinde bir öğreti süreci olacağına olan inancımız olmasa belki de bu geziyi yapmak pek de doğru değildi. Ama 15 gün sonunda yaşadıklarımıza baktığımızda baştan aldığımız yolculuk kararının her birimiz için ne kadar olumlu olduğunu bir kez daha bize görebildik. 

Yaşam nasıl geri dönülmez bir yol ise, tren rayların üzerinden nasıl tıngırdayarak gidiyorsa, bizler de her anımızda yeni bir öğreti ile ilerliyorduk 

İklim, daha sabah, evde, bizden önce sırt çantasına ayısını ve tokalarını koyup, ayakkabısını giyip, kapıda beklemeye başladığında, bu gezide bizim hızımıza yetişebileceğine inanmaya başlamıştık. 

Stockholm havaalanından otele gitmek 3 yol olsa da bu tür gezilerde özellikle seçtiğimiz halk tipi taşıma seyahat şekli bizlere o bölgeyi daha iyi anlamamız yardımcı oluyordu. Havaalanından 20 dakikada şehir merkezine gelen Arlanda Ekspres treni olmasına rağmen, biz çevreyi daha iyi hissedebilmek için 1 saat sürecek bir otobüs yolculuğunu (Flygbussarna) seçtik. Otobüsümüz sıkı yağan bir yağmur altında ilerlerken, denizin göl gibi oluşturduğu, içinde sıra sıra yelkenli teknelerin bağlandığı bir sürü marinaları bulunan koyların yanı sıra, onlarca masmavi göl ve yemyeşil ada üzerinden geçerek, Stockholm girmek, pekte unutulacak bir görüntü değildi. 

Şehir merkezine geldiğimizde hala yağan yağmur, sağanaktan ahmakıslatana dönmüştü. O yağmur altında sokaklarda gezinen yüzlerce insanı da görünce, 3-4 sokak ilerideki otelimize geçen sene Norveç’ten aldığımız ve bizi sağanak altında bile en az 1 saat kuru tutabilen yağmurluklarımızı giyip, İklim’in de arabasının yağmurluğunu geçirip, birçok alışveriş mağazasının da bulunduğu Sveavagen caddesinden otele kadar, etrafımıza bakınarak yürüdük. 

Hani masallarda derler ya az gittik uz gittik, dere tep düz gittik diye... Bizde, miller ile bedava uçacağız diye, İstanbul’dan direkt Stockholm’e uçacağımıza Air France ile Paris aktarmalı olarak, sabahın alaca karanlığında 26 ºC de, başlayan yolculuğumuza, gecenin alaca karanlığında ama 14 ºC de, yağmur altında sonlandırdık. Birde buranın alaca karanlığının bizdeki gece yarısına eşit olduğunu hatırladığımızda, 18 saattir ayakta olmanın yorgunluğunu en azından rahat bir otel seçmiş olmanın mutluluğu ile gidermeye çalışıyorduk. 

Hava değişimi etkisi ile katlanan yorgunluğu ertesi gün nerede ise öğlene kadar uyuyarak giderdik. Sabah kahvaltısını, kahvaltı salonunda tabaklar toplanırken, masa üzerinde kalan son kırıntıları midemize indirip, bol glikozlu yiyecekleri İklim’in boğazına tıkıp kendimizi sokağa attık. 

Geçen seneden tecrübeliyiz... Buralarda hava öğlene kadar iyi gider, öğleden sonra başlar yağmaya. Geçen sene İlkim ufak olduğu için arabasından çıkmadan 15 günü geçirebilmiş idik. Ama bu sene fazladan, her mahallede İklim’e bir park ya da oyun alanı bulamazsak, çenesinden kurtulamayacağımız için her bir olayı onun için bir oyun haline getirmek bizim için en kolayıydı. Gitmeden önce internet ya da çeşitli kitaplardan öğrendiğimiz, birçok adadan oluşmuş Stockholm’ü yaşamaya başlamak için kendimizi, bizde Sultan Ahmet ne ise her şehirde bir tane bulunan, eski şehir merkezi olan, Gamla Stan’a kendimizi attık. Bir adadan diğerine şirin köprüler ile bağlanmış bu şehirde sakin ve acele etmeden nefes almanın, etrafın yeşilini koklamanın dışında yapılacak pekte bir şey yok. 

Belki de buralar da gerçekten yaşamanın dışında yapılacak gereksiz bir şey yok... Bizde koy verdik kendimizi o yaşam standardının içine... O yeşil senin, bu köprü benim diyerek o adadan bu adaya tabanvay olarak ikindi yağmurları başlayana kadar sokaklarda gezindik. 

Malaran gölünün Baltık Denizine açılan deltasında 14 ada üzerinde kurulmuş Stockholm’ün, Gamla Stan adası, İsveç’in doğduğu ada imiş. Yıllar yıllar önce... İlk defa bu adaya yerleşip, zamanın düşmanlarından korunmak için kendilerine bir kale yaparak Başkentin ilk adımlarını atmışlar. Şaşaayı abartılı cümleler ile anlatmak, kabaran duyguları hissettirmek kolaydır, ama basitliği anlatmak bir o kadar zordur. İsveç’te yaşam basit, keyifli ve biraz da soğuk ama dünyanın en mutlu ülke sıralamasında ilk 5 arasında olmasını belirtmek belki hislerimize biraz olsun tercüman olabilir. 

Ortama en iyi uyum sağlayan, sarı saçları ile İklim olmasına rağmen, Esra biraz kumrallığı sayesinde bazılarına benzese de ben hiç benzemediğimden hemen ortamda sırıtıyordum. İsveç’in mutluluk perisi 2 gün kalacağımız bu şehir de belki bize de dokunur diyerek, sarı saçlı, atletik vücutlu dişili, erkekli İsveçliler arasında dolaşarak sokaklarını arşınlamaya başladık. 

9 milyon nüfuslu İsveç’te yaklaşık 300.000 Müslüman yaşıyormuş. İklim daha ilk günden kendisini açlığa alıştırmasın diye daldığımız bir dönerci dükkânında, buralarda yaşayan Türklerin hemen hemen hepsinin Süryani olduğunu öğrendik. 50.000 kadar Türk ve çoğu başkentte yaşıyormuş. İçimiz cız etti Dönerci Ustası Ali ile konuşurken... Babası Mardin’den daha o doğmadan buralara göç etmiş. Ali buralarda, gurbette doğmuş. Alman gurbetçilerinden biraz farklı olduğunu, gözlerinin içinde yanan vatan hasreti ile hissettik. Hiç görmemiş, Ata topraklarını. Çok gitmek istiyormuş Ali. Anneannesi hala Midyat’taymış. Babası ara sıra gidip geliyormuş ama belki para belki başka sebepler yüzünden hala vatan dediği toprakları görememiş olmasına hem şaşırdık hem de üzüldük. Mardin ve Midyat’ı gezerken girdiğim bir Süryani kilisesindeki yaşlı papaz geldi gözlerimin önüne. Sıcak bir Ağustos öğleninde, Midyat’taki kilisenin serin taş duvarların eşiğine oturmuş soluklanırken, elinde bir sürahi su ile yanıma gelmişti. Üç beş hoş sohbet sonunda o yörelerde artık hiç Süryani kalmadığını, nerede ise 60 aileye düştüklerini dile getirmişti. Biraz Devlet politikasına dokundurmuştu. Kilisede Süryanice konuşmayı dahi yasaklandığı için doğup büyüdüğü, yaşadığı topraklarda yabancılaştırılmayı kolay kolay kabul edemiyordu. 

İsveç, 1140 kale, 1000 ortaçağ kilisesi, 28 milli park, 10 bin kilometrelik bisiklet ve doğal yürüyüş yollarıyla Avrupa'nın beşinci büyük yüzölçümüne sahip ülkesi İsveç'in neredeyse yarısı ormanlarla kaplı imiş. Temelde insanın ihtiyacı olan şeyin hava su ve yemek olduğunu bunlardan birisi eksik olduğunda esas onun kıymetini anlayabiliyoruz. Beşikten mezara sosyal güvenlik sistemi, her taraf teknolojik harikalar diyarı olsa da, yağan yağmur ve kuzey soğukları sebebi ile hava ve su vardı da, ekilecek arazi olmaması yemek fiyatlarını hallice yüksek olmasına neden olmuştu. Her yerde bir yemek savaşı vardır ama buradaki biraz daha sert ve biraz daha soğuk idi. Bunun yanı sıra ülkede, vergilerin yüksekliği tüm bu zorluklara tuz biber eker haldeymiş. Hadi canım diyeceksiniz nasıl oluyor da mutluluk perisi ülkesi oluyorlar o zaman? 

Duyduklarımız ile anlaması zor ama yaz ayında dahi günün yarısını yağmur altında geçirince, bir de otel penceresinden soğuk girmesin diye çift çamlı 2 pencere üst üste olduğunu görünce yaşadıkları hayatın zorluklarını bizde içimizde hissetmeye başladık. 

70 müze ve 100 sanat galerisiyle kültür şehri olan Stockholm’ün en canlı adası Gamla Stan’a Parlamento kapısından girip Saray etrafında bir tur atarak, arkasındaki çok şirin bir meydana bakan Nobel müzesine girdik. Onca hikâyesi olan Nobel’i tanımak ve oluşturduğu etkiyi hissetmek için içeri girdikse de, bizim kanımızda Orhan Pamuk kanı olmadığından olacak ki, pek de öyle hislenemeden dışarı çıktık. Ne olur ne olmaz deyip bizim kıza şimdiden yatırım yapmak için İklim’in tokasını müze içine bırakmayı da ihmal etmedik. Hani belki bir şey çekerde, bizim kız ileride buralara gelir diye. 

Saray önündeki Nöbet değişimindeki askerler, bir zamanlar Finlandiya’yı sömürgesi altına almış, karşı kıyılarda Helsinki’yi kurmuş. Rusya’ya zor günler yaşatmış İsveç askerleri değil de, yenidünyada turistik gösteriler yaparak kendilerine yeni bir yer edinmeye çalışan sirk göstericileri gibiydiler. 

Gamla Stan adası ve etrafında ki sokaklar da sıkı bir yürüyüş sonunda saat 2’yi gösterdiğinde, İklim çoktan öğle uykusuna dalmıştı. Bizler de yorgunluğumuzu çok güzel bir bina yanına yapılmış en az 3 kişinin rahatlıkla uyuyacağı bir bank üzerine oturmak için oturduksa da, kısa süreli öğle güneşinin etkisinde uykumuz geldiğinden, oturduğumuz yerde uyuyup kaldık. Kulaklarımızda çınlanan, “Ahh! Adamlara bak Svea’nın önünde uyumuşlar cümleleri ile yanımızdan geçen bir sürü insanın bizim ve arkadaki İsveç’in sembolü tahta at Svea’nın ve binanın resmini çektiğini görerek uyandık. Kafamızı kaldırıp binaya, bulunduğumuz sokağa ve haritadaki konumumuza baktığımızda, Nobel Ödüllerinin verildiği Belediye binası önünde uyukladığımızı anlayıp biraz utandık. Bulunduğumuz yerin bir İsveç olmasından dolayı uyuyan insana saygıdan mıdır (!) yoksa kimse o binayı iplemediğinden midir bilinmez ama hiç bir görevlinin ya da İsveçlinin bizi uyandırmaya teşebbüs etmedi. Taaaa uzaklardan, vatanımızdan gelen bir kaç Türk turist sayesinde 1 saat uyuduktan sonra uyandığımız banktan hızlıca kalkıp ara sokaklarda izlerimizi kaybettirdik. 

Tabi ki günde 2 öğün güzellik uykusunu alan İklim, her uyandığında Parkkkk diyerek kendini arabasından atmaya çalıştığından, bizde hemen hemen her köşe başında bulunan parklara dalarak saklanmamıza devam ettirdik. 

İklim’in park heyecanını yenmek ve gerekli yemek takviyeleri yapmak ½ saatimizi almıştı. Hep birlikte parkta atıştırdıklarımız ile gerekli enerjiyi topladığımızı düşünerek, Baltık Denizinin soğuk suları kenarından Stockholm köprüsüne doğru akşam yürüyüşümüze başladık. Şehir merkezinden uzaklaştıkça eski evler yerlerini daha modern İsveç evlerine bırakmaya başlamıştı. Kapalı bir hava olması neden ile yarı açık perdelerden sızan işlemeli apliklerin loş ışıkları eşliğinde köprüye kadar yürüyüp geri döndüğümüzde gene biraz yorulmuştuk. 

2. gün diğer önemli adalarından biri olan Djurgarden adasına gidiyoruz. En önemli müzeleri sayılan Vasa, Skansen ve Nordiska Müzeleri ve çılgınca adrenalin arttırıcı teknolojik oyuncakların olan büyük bir Lunapark bu ada üzerinde. Sabahın erken saatlerinde kendimizi attığımız bu adada akşama kadar vakit geçirmeyi planlamış idik. 

Vasa müzesi bir ayıbın, bir başarısızlığın gururla sunulduğu bir müze... 15.yy sonlarında İsveç Kralının isteği ile devasal bir gemi yaptırılmış. Muhteşem bir törenle denize indirilmesinden bir kaç dakika sonra saray erkânının gözleri önünde ve İsveç halkının alkışları arasında Baltık denizine açılırken, sahildeki büyük coşkuyu selamlamak için tüm gemi personeli geminin tek tarafına gelmiş. Denge hesaplarındaki hatadan dolayı, içindeki 10’larca ton erzakta aynı tarafa yığılınca, o muhteşem gemi bir kaç dakika içinde, Kralın şaşkın bakışları altında denizin dibini boylamış. Hani güler misin ağlar mısın derler ya. İşte halk da o durumda geminin batışını izlemiş. 

Kral kaç kafa götürdü bilemem ama bugün bu gemi, uzun aramalar sonunda hiç çürümemiş olarak bulunmuş. Muhteşem işlemeleri ve renkli heykelleri hala göz kamaştıracak güzellikte. Onun adına ve gemi üzerine bir müze inşa edilmiş. Müze içinde bugün gemiyi gezerken, bilgisayar yardımı ile geminin nasıl battığını ve hangi değişiklikleri yapılarak batmasının önlenebileceğini, hem bir ders hem bir oyun olarak tüm gençlere öğretiyorlar. Bizimde üç tarafımız deniz ile çevrili olsa da, denizciliğin bizim ruhumuza işlememiş olduğunu, çayır, çimen otağı çocukları olduğumuzu orada bir kere daha hissettik... 

Skansen müzesi ise bir açık hava müzesi. İçinde, Okyanus balıklarının olduğu büyük bir akvaryumu ve Noel Babanın Erk geyiklerinin de olduğu bir hayvanat bahçesi var. Eski İsveç yaşantısının anlatıldığı, İsveç evleri bulunan bu açık hava müzesinde, hem çocuklar hem büyükler eğlenerek, tam gün geçirile birler. Bizde bu büyük parkta öyle yapmaya çalıştık. Tabii ki bu işe en çok sevinen de bizim ufaklık oldu. 

Çantasındaki oyuncak ayının gerçeğinin ne kadar büyük olduğunu gördüğünde, kendisi diyet (!) yaparken bir sincaba ya da bir ata yemek yedirmenin şaşkınlığını yaşadığında, bu dünyayı daha farklı algılamaya başlamış idi. 

Günü burada batırmayı hedeflemiş idik. Ancak ikindi yağmurları, nerede olduğumuzu bize hatırlattı. Bir çatı altında 1 saat kadar kalıp yağmurun geçmesini beklediysek de, yağan sağanak yağmurun dinmeyeceğine olan inancımız ile yağmurluklarımızı giyinip, sağanak yağmur altında 10 dakika otobüs durağına kadar yürüdük. Bizden başkalarının da etrafta olması içimizi rahatlatıyordu. Otobüste bir sürü ıslak çocuk yan yana durup, aksıranı, öksüreni de görmediğimizden, herhalde bir de bir şey olmaz deyip yağmur altında otele yakın bir yerde otobüsten inip yürüyerek kendimizi sıcak otel odasına attık. 

İçimizde güzel hisler bırakan Stockholm, Kuzey ülkelerinde her çocuğun bildiği, hatta bizlerin bile o hikâyeler ile büyüdüğü Anderson’dan masalların tüm masalsı inceliklerini taşımaktaydı. Bizde bu masalsı hislerle bir kaç gün geçirdiğimiz Stockholm’de bazen Trol’lerle savaşıyor, bazen bir atlı araba ile yollarda kayboluyor, bazen pamuk prensesin ile sohbet ederek vakit geçiriyorduk. 

3. gün hedefimizde salına salına gezinerek bizi Helsinki’ye götürecek Viking Line limanına kadar yürümek ve görmediğimiz yeni mahallelerden geçerken güzel bir İsveç köftesi yiyip gemiye binmekti. Ancak bir gün önce Skansen açık hava müzesinde, ikindi yağmuru diye başlayan sağanak yağmur, 24 saattir durmaksızın devam edince, otelden kafamızı dahi dışarı çıkaramadık. Ancak sarı saçlı, atletik vücutlu ve streç şortlu dişi, erkek tüm İsveçlilerin o yağmur altında (bu duruma o kadar alışıklar ki) sabah sporlarını aksatmadan, otelin karşınsıdaki parkta koşturmalarını seyrettik. Biz mi? 

10 ºC’lik hava sıcaklığında, 2 kat pencerenin arkasında yarı çıplak İsveçlilere bakarak üşüyorduk. Limana, taksi ile gitmeye karar vermiştik ki, yağmur birden diniverdi. Biz o hızla kendimizi sokağa atıp salına salına metroya kadar gidebildik. Limana en yakın istasyondan çıktığımızda, yalancı güneşin yerini yine yağmura bırakması ile koştura koştura gemi limanına kendimizi attık. İsveç köftesini, bir İsveç lokantasında yiyemeyeceğimizi anlayıp, ben bir markette giderek pişirilmiş İsveç köftesi aldım Köfteleri, markette bulunan mikro dalga fırında ısıtıp, bir bira ve bir kola ile soluğu tekrar limanda aldım. Yağmur dünkünden de hızlı yağmaya başlamıştı. Yağmur altında indiğimiz İsveç’e yağmur altında veda ederken, köfteleri ve biraları liman kafeteryasında yiyip, bizi Helsinki’ye götürecek gemiye girdik. 

Ağustos 2008