Bergen

Norveç fiyortları arasındaki Bergen
Hiçbir zaman güneşin sarı ışıklarını görmemiş, sürekli sis bulutları altında süren yaşantılarına bir yenilik katmak, kar altında geçen günlerinde bir yemek bulamak için başka kavimlere saldırmak adına bir grup
Kuzeyli, karılarına ve çocuklarına sarılarak ejder başlı, tek yelkenli uzun bir gemi ile deniz yolculuğa çıkarlar…

Dev dalgaların arasında günler süren yolculuklarında sonsuz bir deniz içinde kayboldukları sanırlarken, hayatları boyunca olduğu gibi o anda da gemilerini saran bulutların arkasından ışınlarını yayan güneşin gerçek yüzünü, yani yumurta gibi sarı güneşi ilk defa görürler. Hepsi birden, kurutulmuş sazlık dallarıyla tahta bir sopa ucuna bağladıkları taş baltalarını ellerine almış, kendilerine saldırmaya ramak kalkmış bu yuvarlak sarı renkli Kuzey Denizi canavarına karşı gemilerini korumak için hazırda beklemeye başlarlar. Güneşin kıpırdamadan saatler boyunca saldırmadan olduğu yerde kalmasını ve kendilerini ısıtarak gözlerini kamaştırdığını gördüklerindeyse onu yenmek yerine ona tapınmaya karar verirler… 

Heyecanlıyım. Kitaplardan ve filmlerden bazı tanıdık sahneler gözümün önünde canlansa da gene de benim için yabancı bir yer İngilizce adı Norway (Kuzey Yolu) olan Norveç. 

Amsterdam’dan kalkalı 1 saat olmuştu. KLM’in her zamanki minyon sabah kahvaltısı eşliğinde Kuzey Denizini geçiyoruz. Kulaklarımda geçen sene Eurovizyon birinciliği kazanan Lordi’nin (gerçi onlar Finlandiyalıydı ama...) Hard Rock Hallelujah şarkısının müzikleri ve gözlerimin önünde de maskeli korkunç görüntüleri canlanıyordu. 

Hostes, kemerlerimizi bağlamamızı söyleyeli neredeyse yarım saat olmuştu. Sürekli alçalıyoruz ama ne bir kara parçası, ne bir su birikintisi göremeden uçuyoruz. Sürekli aşağı yönelmiş uçağımızın burnunun her an yere değecek olmasının endişesi içinde uçağın tekerlekleri sis bulutu içindeyken açıldı. Bir süre daha tekerlekler açık halde uçarken aniden ayaklarımın altında uzanan ormanlık bir alan üzerinden geçip, bir su içine inmeye başladık. Uçağın tekerlekleri kuzey denizinin buz gibi koyu lacivert suyuna değecekken başlayan Bergen havaalanın pist başını görmemizle uçağın tekerlekleri yere değmesi bir oldu. 

1 hafta boyunca bizimle olacak 2 valizden birisini ben çekerken diğerini de çekmesi için Esra’ya bırakıp dışarı çıktığımızda, bu beyaz sis perdesinin bir tuval üzerinde duygusal pozlar yaratsın diye oluşmadığını sicim gibi yağan yağmuru görünce anladık. Hemen, hem biz hem de İklim ıslanmasın diye arabasının yağmurluklarını geçirip her gezimizde halkın kullandığı araçları tercih ettiğimizden bizi merkeze kadar götürecek yerel yönetime bağlı havaalanı otobüslerine 9’ar € vererek bindik. 

Sağanak yağmur altında heavy metal bir müzik dinleyen 30 yaşlarındaki sarışın bayan otobüs şoförümüz ile Bergen’e ilerliyoruz. Bir sık ağaçlıklı orman yollarından, bir içinde onlarca tekne bağlı göl mü yoksa bir fiyortların çevrelediği deniz mi olduğunu anlamadığımız su birikintilerinin kenarından geçerek gidiyoruz. Yolda bizim bu gezgin halimizi gören ve bu tür yolculuklara dünden hazır gençler ile gençlik yıllarında bazılarının Kuzey Kutbuna, bazılarının ise başka buzullar görmek için Himalayalara kadar yaptıkları yolcukların kısa anılarını paylaşarak bizlere hoş geldin diyen birkaç Norveçli ile sohbet ederek Bergen’e geliyoruz. 

Sağanak yağmur hala devam ediyor. Bergen’de birkaç saat geçirip fiyortların arasında hızlı feribot ile yapacağımız bir yolculukla Balestrand’a gideceğiz. Belestrand neresi diye sormayın. On binlerce fiyort içinde Norveç’in en uzun fiyordu olan Soğne Fiyordunda haritada üzerinden bulduğum, içinde bir otel ve birkaç köy evinin bulunduğu bir de iskelesi olan bir yer... 

Bugün tüm İstanbul’da kullanılan hızlı feribotları Bergen iskelesinde görünce biraz tanıdık bir şeyler görmenin mutluğunu yaşıyoruz. Bu arada karnımız da acıkmıştı. Aylardır kafamızda planladığımız Norveç yolculuğumuzda yemek istediğimiz Kuzey denizlerinde yetişen bol yağlı kırmızı Norveç somonlarının hayali ile iskele kenarına kurulmuş Bergen açık hava balık pazarı Fisketorget’e yöneliyoruz. Geyik derilerinden yapılmış mont ve pantolonlardan alıp da yarısı bebek bezleri ile ağzına kadar dolu bavullarımıza bir şey koyamayacağımızdan sadece ellerimizle güzel tüylerini okşayarak pazarda geziniyoruz. Yer yer namı tüm dünyaya yayılmış Dale of Norway’in motiflerinden çalıntı ama onlara kadar zarif olmayan kazak, şapka ve kapüşonlara da daha gezimizin başında binlerce Norveç kronu harcayamayacağımızdan bir an önce tezgâhlarda boy boy balıkların olduğu balıkçılar bölümünde soluğu alıyoruz. 

Ekmek dilimlerinin üzerine ister somon, ister adını bilmediğimiz bir sürü balık filetoları ister istiridye, ister karideslerle donatılmış birkaç tezgâh iştahımızı daha da arttırdı. Her bir açık hava lokantasında sunulan bu atıştırmaları hapur hupur götüren Norveçliler, yanlarında içtikleri kırmız şarap ya da votkaları bir yudumda midelerine götürürken ağzımız da sulanınca bir yöreyi o yörede yaşayanlar gibi yaşamanın zevkini içimizde hissederek, daha fazla da dayanamayıp üzeri karideslerle garnitüre edilmiş somonlu 2 ‘şer dilim ekmek ve yanında da birer bardak kırmızı şarap alarak liman kenarındaki bir bankın üzerine oturduk. Kuzeyde olduğumuz için günün her saati yatay gelen ışıklar sayesinde renkten renge giren (yağmur nedeniyle maalesef göremedik) 11 yüzyılda ilk yerleşimlerin başladığında yapılmaya başlanmış, tarih içinde birçok yangın yaşadığından 1855’den bu yana ahşap bina yapımı yasaklandığından en az 150 yıllık olan Bergen’in ahşap evlerine bakarak öğle yemeğimizi yedik. 

Bir tek negatif tarafı vardı yemeğin. 2 dilim balıklı ekmek ve 2 bardak şaraba 40 € karşılığı 350 Norveç Kronu verirken biraz önce havaalanında bozdurduğumuz kronların bu şekilde harcamaya devam edersek bize 1 hafta boyunca yetmeyeceğine hemen anladık. Norveç çok pahalı bir ülke… Sokak üzerindeki bir lokantada dahi, bir tas çorbanın 30 € olduğu bu ülkede ekonomik düzenlerin nasıl kurulduğunu yanımızda oturan bizi bu halimizle görünce sohbet etmeye gelen bir Franco-Norveçliden öğreniyoruz. Elisabet, Unesco adına Bergen’de çalışıyormuş. Ülkenin pahalılığını devlet politikası yanı sıra yiyecek hiçbir şeyin yetişmemesi ile de bağdaştırdı. Norveç bugün dünya da petrol çıkaran ülkeler sıralamasında 3. sırada yer almaktaymış. Ayrıca dünya silah üretiminde baş sıralara oynayıp hem ABD’ye hem de Afganistan’a kendi kanalları üzerinden silah satışı yaptığını öğrendiğimizde, 45.000 $’ı geçen kişi başı milli gelirin pek de öyle halkın kendi kendine barış, iklim değişikliğine destek gibi konularda çalışıp da dünya yaşantısına mutluluk, refah sağlamak için oluşturmadıklarını öğreniyoruz. Nobel Barış ödülü arkasına sakladığı bu korkunç gizli yüzünü ve oluşturduğu devlet politikalarıyla, bizce bir çeşit uyuşturma politikası çerçevesinde halkına bol keseden para dağıtıyormuş. Aynı anda da her türlü ürüne de inanılmaz bir vergi koyup 4, 5 milyon halkın kendi fanusu içinde yaşamasına ve bu pahalı ülkeye de başkalarının gelmesini engellemek için elinden gelen her şeyi yapmaktaymış. Ancak dünyanın başka ülkelerinde ayrımcılık politikaları güdenleri, ülkelerini kötüleyerek kaçanların kabul ediyormuş. Emin değiliz ama sanki ülkelerinde kalan partizan arkadaşlarına da el altından silah satabilmek için tüm ayrımcı görüşlülerin barındığı bir ülke olmasını sokaklar da yürürken duvarlara yapıştırılmış Kürdistan haritalı orta doğu afişleri, Bask bölgesin ayrımcığını savunan ya da Free Tibet gibi birbiriyle alakasız gibi görünen el ilanlarını gördüğümüzde arkadan dönen dolapları hissederek önümüzdeki güzelliği kirlettiğinden biraz canımız sıkılmıştı. 

4, 5 milyon nüfus göz önüne alındığında %3’lük (135.000 kişi) işsizliğin, sadece çalışmak istemeyip devletin petrol ve silah gelirleriyle elde ettiği paraları işsizlik sigortası alarak yemeğe karar vermiş üşengeçlerin olduğunu söylüyor Elisabet. Aslında buralarda Norveçli diye bir halk da yokmuş. Danimarka Krallığı zamanında Kuzeye Kutbuna gidenler ile İsveç halkından batıya göçenlerin geçerken kaldıklarından ismi içinde gizli bir “Yolgeçen hanı” terimi barındıran bir masal ülkeymiş Norveç. 

Bergen ise, Norveç’in en turistik şehri... Kuzey Kutup yolundaki bizce büyük bir kasaba olsa da etrafında ki yüzlerce göl ve denizleri çevreleyen dik dağların oluşturduğu fiyortlardan birisinde 200.000 kişinin yaşadığı en büyük şehirlerinden birisiymiş Bergen.. 

Ancak etrafımızı kaplayan yeşilliğe ve derinliği iskele kenarında dahi 500 metre olabilen koyu lacivert denizine baktığımızda içimizden şarkı söylemek resim yapmak geliyordu. Hiç de zor değildi bu bölgede sanatçı olmak. Belki de bu yüzden gerek saksafon ustası Jan Garbarek, besteci Edvard Grieg, ressam Johan Christian hiç de zorlanmadan ruhlarını bu doğada serbest bırakmışlar ve içlerinden fışkıran duyguları dünyaya yaymışlardı. 

Biraz açlığımızı bastırınca her gezimizde yaptığımız gibi hemen karşımızda duran bir süpermarkete girip bizi birkaç gün idare edecek konserve yiyecekler ve içecekler ile stoğumuzu yaptık. 

Valizlerimizi ve aldıklarımızı feribot iskelesinin emanetine bırakıp şehir gezmeye başladık. Yağmur şimdilik dinmişti. Yürüyerek merkeze 500 metre uzaklıktaki Bergen Akvaryumuna gittik. İçinde birçok soğuk okyanus balıkları yanı sıra denizaslanları, folklar, deniz filleri, penguenler ve deniz yılanları ile dolu akvaryumda yepyeni bir şey öğrendik. 

Fındık tanesi büyüklüğündeki içi hava dolu deniz yosunlarının sadece buradaki fiyortlarda yetiştiğini ve akıntılarla buraya kadar gelen tüm dünya denizlerindeki pisliklerin, fiyortlarda temizlendikten sonra tekrar dünyaya yayıldığını öğreniyoruz. Ağzımız açık, müze içine yapılmış deniz akıntılarını ve suların temizlenme sürelerini gösteren animasyonları izlerken bir yandan yaşadığımız dünyadaki anlamsızca geçirdiğimiz yaşantının ne kadar küçük bir sürece karşılık geldiğini hissediyor, bir yandan da dünyanın kendi sistemini kurduğunu ve bunu hiçbir gücün bozmaya yetmeyeceğine görüyoruz. 

Dünya kendisini istediği zaman kendisini bozanları yok edebilecek bir düzeneğe sahip olduğuna ve belki de tarihlerin gizli kalmış sayfalarında ki kıyamet yaklaşımlarının dünyanın kendini temizleme süreçlerinde insanlardan kurtulduğu bir an olduğuna daha da inanmaya başlıyoruz. 

İklim daha ne olduğunu bilmese de karşısında havalara zıplayıp suya dalan kendi boyunda ve kendisine benzeye fıçı gibi bir penguen ile arkadaş olmaya çalıştıysa da biri suda diğeri karada yaşadığından her ikisi de iki yana uzattıkları kollarını birbirlerine değdirememenin üzüntüsünü hissettiler. Ama her şeye rağmen birbirlerine karşılıklı bağrışmalar eşliğindeki aktardıkları gülücükler ile her ikisinin de ruhuna bir şeyler sızdığını hissedebiliyorduk. 

Unesco’nun Dünya mirası listesinde bulunan bu fiyortları, birçoğu Kuzey Denizlerinin limanların da gezen devasal gemilerle ya da daha ucuz olsun isterseniz Oslo’dan başlayan gezilerinin hepsi Bergen’den geçer ve Norveç’in içlerine doğru devam eder. Çoğu turizm şirketi için Bergen’in ahşap evleri, Flam’daki Kjosfoss Şelalesi ve Fjærland’da ki The Bøyabreen Buzulu mutlak görülmesi gereken yerlerdendi. 

Ancak biz ucuzunda ucuz olsun diye çıktığımız bu turda hattı tersten yaparak turlara takılmadan yerel halktan biri gibi taşıma araçlarından (http://www.fjord-tours.com/) bilet alarak hem daha uzun zamanda hem de daha aheste gezecektik. 

Karnımız doymadan akşam güneşinde bindiğimiz hızlı feribotumuz ile Grönland'daki Scoresby Sund fiyordundan sonra dünyanın 2.büyük fiyordu olan Sogne fiyordun da (Sognefjorden) ilerliyoruz. Buralardakiler denizle haşır neşir olduklarından bizlerdeki gibi her şey de “Yassak Hemşerim ! ” olmadığından hızlı feribotun dış güvertelerine çıkabildik. Güneş hala kımıldaman sanki Bergen’de ki aynı yerindeydi... Ancak cılız ışınları ile ısıtmasa da bizi aydınlatıyor ama gece yarısına yaklaşan bu saatte bir türlü batamıyordu. 

Kâh tek başına bir evin bulunduğu adalardan, kâh iskelesine kendileri için büyük, çocukları için küçük yelkenlilerin bağlı olduğu birkaç evin bulunduğu kara parçaları kenarından 4 saat süren masallar ülkesindeki dik yamaçlı dağlarla çevrili su üzerinde ki yolculuğumuz Balestrand iskelesine yanaştığında sonlandı. 

Balestrand, Bøyabreen Buzulu yolu üzerinde ki birkaç köyden biri. Bu ülkede doğanın sunduğu güzelliklerden başka hiç bir özelliği olmayan binlerce fiyorttan birinin deniz ile birleştiği ufak bir alana kurulmuş. İçinde bir kilise, bir marangoz atölyesi, bir okul ve içinde binlerce kitabın olduğu bir kütüphanesi olan 15-20 evden oluşmuş ne kasaba ne köy diyeceğimiz bir yer. 

Norveçliler sonsuz gibi süren karanlık (bazı bölgelerinde 6 ay) ve kar altında geçen kış günlerinde bahçelerinden başka bir alan olmadığından toprakla uğraşıp bir şeyler yetiştirmek ya da meraları olmadığından da koyun otlatamadıklarından, kapalı kaldıkları evlerinde sürekli de sevişemeyecekleri için kitap okumaya bir merak salmışlar ki sormayın. 3-5 evin olduğu yerlerde dahi 6. kulübe mutlaka bir kütüphane... Ver her biri, bir övünç kaynağı olarak kütüphane kapısına içeride bulunan kitap sayısı yanı sıra kitap sayfalarını yan yana koyduklarında oluşacak uzunluğu yazmaktalar. Birkaç köy kütüphanesi kapısında “15.000 metrelik kitabımız var” gibi panolar gördüğümüzde Van’da kitap bekleyen çocuklar geldi aklımıza. Ya bizler iteleme ile okumaya çalışıyorduk da ondan Van’da bir türlü kitap olmuyordu, ya da bunlar burada birbirleriyle de konuşmadıklarından canları çok sıkıldığı için kitap okumadan yaşayamıyorlardı. 

Ertesi gün Balestrand’ın başından sonuna 500 metre olan yollarında 2 defa yürüdük. Hiçbir şey yapmak zorunda olmadan, hiçbir yer görmek ya da hiçbir şey algılamak zorunda kalmadan bir tam gün geçirdiğimiz fiyort içindeki bu köyde hiçbir şey yapmamanın mutluluğunu ve boşluğunu yaşadık. 

Ertesi gün gene yollara koyulduk. Balestrand’ın’dan Bøyabreen buzuluna Sirkeci - Harem arası çalışan arabalı vapurların biraz daha küçüğü ile 3 saatlik fiyortlar içindeki yolculuğumuza başladık. Beynimiz durdu diyebilirim bu yolculukta. Tanrının çok uzaklarda olduğunu hissettim bir ara. Acaba şu ada 50 dereceye geçen sıcaklıklardaki Mekke’de ki Müslümanlar ya da toz toprak içinde savaşan Kudüs’te ki Yahudiler ile Gazze’de ki Filistinliler, ya da çeşitli dünya ilişkilerinin planlandığı Vatikan’da ki Hıristiyanlar tanrının yarattığı bu cenneti nasıl hayal edebiliyorlardı? Acaba herbirinin kendi cemaatlerinden gezgin ruhlu birileri buraları görmüşte, inaçları çercevesinde okudukları kitaplara, gözümle gördüğüm bu cenneti mi tarif etmişti? 

Bilemedim. Ve bende hayal edemedim. Bir iskeleye yanaşıp, bizi önce buzul müzesine ardından da Bøyabreen buzuluna kadar götürecek belediye otobüsüne bindik. Müze içinde buzulların nasıl oluştuğunu, içinde yaşayan mikroorganizmaları, kurtçukları derinliklerinde barındırdığı yaşamı görebildik. En ilgimiz çeken ise buzulların çok büyük bir enerji kütlesi olduğundan kayma güçlerinden yararlanılarak nasıl elektrik elde edildiğini anlatan birçok animasyonun olduğu Fjærland ‘da ki The Norwegian Glacier müzesinde 1 saat gezindik. Ardından hep birlikte bir buzulu daha yakından görmek için Bøyabreen’in yanına kadar geldik. Yanımıza kadar eriyerek gelen buzulu elimize aldığımızda kendisinin 200- 250 yıl kadar önce yağan kar tanelerinin oluşturduğunu duyduğumuzda yaşantımın bu dünya süreci içinde ne kadar kısa ve anlamsız olduğunu hissettim. 

Kendimi bir hiç gibi düşünerek tekrar gemiye bindiğimizde her gün 1 metre ilerleyerek suya karışan bir başka 250 yıllık buzul tepeden düşüp erimeye başladığında içimde bir titreme oluştu. 

Ertesi gün Sogne Fiyordunun en dip noktasına kadar bir gemi ile gidip oradan otobüs ve tren yolculuğu ile dağların arasına, eskiden Kuzey Kutbunda yaşayanlara mektup götürmek için postane olarak inşa ediliş şimdi bir otele çevrilmiş Stalheim’da gideceğiz. 

Yolda ilerlerken karşımıza 2 kanal çıktı. Bizim geminin Flam’a gidiyor olduğunu ve Stalheim’a gidenlerin gemi değiştireceği için kapılara yanaşılmasını isteyen anonsa önce bir şaşırdık. Etrafımıza bakındığımızda insanlar ayaklanmıştı. Ancak gemimiz 2 tarafı dik dağların arasında tam denizin ortasındaydı. Etrafta ne iskele vardır ne de bir sahil… Pek acele etmeyecektik ki yanımızdaki birkaç kişi montlarını giyince biraz işkillendik. Karşıdan bir gemi geliyordu. Bizim gemi ile yan yana geldiler. Birbirlerine halatlarla bağlandılar. Bize daha ne olduğunu anlamadan yanaşan diğer gemiye geçmemiz için 2. anons yapıldı. Bu arada gemiler hareket halindeydi. Kapılar açılınca eline valizini alan, yanda bizim gemi ile ters bağlanmış, yani bizim geminin başında onun kıçı, onun başında bizimkinin kıçı olacak şekilde bağlanmış saatin akreple yelkovanı bir birine takılmış gibi sürekli soldan sağa doğru dönerken bir gemiden diğerine geçişler başladı. Geçişlerde 2 gemi arasına gerilmiş hani korsan filmlerinde korsanların 2 gemi arasına gerdikleri tahta köprüye benzer altı tahtadan kenarları iplerle çevrilmiş tahta bir iskele üzerinden yapılıyordu. Acayip tırstık bir anda. Yer yer 1.000 metre derinliğe ulaşan koyu lacivert buz gibi suyun üzerinde, altımızda akan akıntıların şiddeti hiç de yabana atılacak halde değildi. Öndeki yolcular valizleri ile rahatlıkla geçince biraz içimiz rahatladıysa da İklim’i arabasına sıkı sıkıya bağlayarak Esra’ya bırakıp 2 valiz ile bir yandan düşmemek için iplere tutunarak bir yandan da 2 valizi çekerken sallanarak karşı gemiye geçtim. Valizleri kenar bırakıp Esra’ya yardım etmek için geri döndüğümde yüreğim ağzıma geldi. İklim’in arabası tahta iskeleye sığmadığından ittirilerek geçirilemediği için 2 Norveçli gemicinin ellerinde havaya kaldırılmış bir şekilde sürekli dönen ve hareket halinde olduğu için sallanan bir iskele üzerinden havada geçiriliyordu. Esra iki elini ağzına kapatmış bağırma ile dua etme arasında bir şeyler yapmaya çalışırken gemiciler İklim’i suya düşürmeden 2. gemiye geçirince gemilerin güvertelerinde bu gündelik doğal olayı izleyen onlarca kişi, birden “Bravo” eşliğinde alkışlamaya başlayınca biraz olsun içimiz rahatladı. 

Her türlü eğlencede kendine bir pay çıkaran İklim alkışların kendine olduğunu anladığından etrafındakilere gülücükler saçarken bizim sırtımızdan boşanan terler nedeniyle biraz üşümeye başlayınca hızlıca gemin içine girdik. Kısa bir yolculukla bu yolculuğumuzda son defa göreceğimiz fiyortlara bakıp iskeleye yanaşan gemimizden inerek bizi Stalheim’a götürecek, geminin gelmesini bekleyen belediye otobüslerine bindik. 

Şimdi dağları sarıyoruz yavaş yavaş. 3 gündür gördüğümüz dik yamaçları bu sefer kâh dik ve derin yamaçların yanından, kâh zirvelerinden aşarak dar vadiler arasından geçip fiyortların tepelerinden dolaşarak otelimize geliyoruz. Gerek Kuzey Kutbuna posta gönderimlerinde postacılar için, gerek demiryolu yapımında yöneticiler için bölgedeki tek konaklama binası olan bu otel 200 yıllık geçmişin tüm hikâyeleri içinde barındırdığı yetmezmiş gibi, geçmişte yaşanmış her olayı ya yazı olarak ya da fotoğraflarla otelin tüm duvarlarına asmışlar. Kendimizi bir müzede geçeler gibi hissettik. Ve bir uçuruma bakan otel penceresinden, müzeye dönüşmüş otel içinde birkaç fotoğrafta çektirmeden de edemedik. 

Sadece manzaraya bakarak bir yaşam sürülebilecek cennet diyebileceğimiz bu masalar ülkesindeki bu son gecemizde, Kuzey Kutbundan yola çıkmış Noel Baba’ya tekrar buraları görmemizi sağlayacak şansları bizlere gelecek yıllarda da getirmesini dileyerek rahat ve güzel bir uykuya daldık. 

Ertesi gün gene göl mü yoksa fiyortların çevrelediği deniz mi olduğunu anlamadığımız onlarca su birikintisi kenarından, bazen dik dağları aşamayacakları için yapımı onlarca yıl sürmüş tüneller içinden geçip Bergen’e kadar bir tren yolculuğu (http://www.visitflam.com/default.asp) ile geldik. Unutulmaz anlar yaşadığımız masallar ülkesi Norveç’e, İklim her zaman yaptığı gibi el sallayıp “Gene geleceğim” derken uçağımıza bindik. 

Agustos 2007