Londra

Kızım ile Londra
...Pasaport kontrolünden sonra valizimi almış free-shop’a uğramadan çıkış kapısına yönlenmiştim. Yan kulvardan, kucağında bir bebek ile valizi çeken bir adam, peşi sıra kendi valizini çekmeye çalışan 5-6 yaşlarında bir çocuk yanımdan hızlıca geçip benden önce kapıdan çıkmışlar,
kapı önünde sıralanmış taksilerden birine atlayıp gece karanlığında Atatürk Havalimanın yoğun trafiğinde gözden kaybolmuşlardı. Dünyanın bir sürü havalimanında gördüğüm bu görüntü arkasından biraz da özenerek binmiştim ben de bir başka taksiye…

Cepte duran, bir türlü kullanamadığım izinlerimden 1 haftamı ayarlayıp, önce internetten 2 bilet, ardından da Konsolosluktan vize, sonra da döviz bürolarından gerekli para değişimleri yapıp havaalanından el sallıyoruz Esra’ya…

Hepimizin yaşayacak ilkleri var bu hafta! Benim 6 yaşında ki kızımla bir hafta tatilim, İklim’in okulunda duyduğu ve okuduğu İngilizlerin dünyasında görecekleri, Esra’nın bizsiz bir haftası…

İklim’le bugüne kadar çok yerlere gitmiştik ama bir bireyin gerçek benliğinin dışa vurum yaşının 6 yaş olduğunu birçok kitapta okumuş olsam da şu ana kadar içimde hissetmemiştim. Bu acemilikle İklim önde ben arkada dalıyoruz Free-Shop’a. Ufaklığın oyuncak reyonlarına hızlıca bir göz atışının ardından bir çocuk olmasından bir genç kızlığa geçiş yaptığını çocuk makyaj malzemeleri ve parfümlerinin reyonlarında birkaç 10’lu dakikalar geçirdiğimizde anlıyorum. Ben10 resimli saatlere,  pırıl pırıl parlayan Barbi kolyelerine bakarken uçak biniş vaktimizin nasıl geldiğini tabi ki İlklim anlamamıştı da benim hayatıma ikinci bir bayanın daha renk (!) kattığını daha Free shop’da anlamam pek uzun sürmüyor.

Ufaklık artık “Uçak vuuu kalktı, patttt indi” dediği yaşlarını çoktan geçti. Pencereden İstanbul’un ışıl ışıl siluetini izlerken “Baba, evler neden git gide ufak görünüyorlar?” sorgulaması ile bu gezinin sorgusu bol, algısı çok bir süreç olacağının ilk izlenimlerini veriyordu.

Bu sefer daha ekonomik olmasının yanı sıra gideceğim yöreye daha yakın olduğu için Londra da bulunan 3 havaalanından en sakini olan kuzeyde ki Stansted havaalanına inen Pegasus ile uçuyoruz. Bilet fiyatlarına yemek dâhil değil...  Her yolculukta hoşuma giden minyatürleştirilmiş uçak yemeklerine bu sefer cebimizden para verip satın alarak yememizle saat, normal yaşantımızda ki uyku saatini çoktan geçtiğinden hemen uykuya dalıyoruz.  Uçağın tekerleklerinin patt diye yere değmesiyle de gözlerimizi açıyor ve 15 milyona yakın insanın yaşadığı Londra’nın İstanbul’dan nasıl bir sosyo-ekonomik farklılığı olduğunu hayal ederek uykulu bir halde havaalanının makinistsiz metro hattına geliyoruz.

Havaalanında terminaller arası bağlantıyı gerçekleştiren bu trende, İklim vagonun en önüne, büyük camekânın arkasına makinist yerine geçti. Treni sürer gibi pantomimleri yaparak ana terminal binasına gidiyoruz. Ufaklığın bu treni nasıl oluyor da bir makinisti olmadan gidebildiğini anlatabilecek halde değilim. İşsizlik seviyeleri %8’lerde olsa da yaşadığımız topraklardan hem nesnel, hem de nicel olarak çok daha fazla teknolojik olguların bulunduğu bu toplumunun yaşam alanında, bu makinistsiz tren, ne onun şaşıracağı, ne de benim ona açık açık anlatamayacağım son şey olacaktı. Aramızda ki yaş farkını göz önüne alarak sorduğu sorulara basit cevaplar vermeye çalışıyorum.

Stanstend havaalanı şehrin kuzey ve en dışına yapılmış 3. havaalanı olsa da hınca hınç dolu... Polis kontrolünde “EU ülkeler” sırasında daha fazla insan olduğu için önümde ki çok da kalabalık olmayan Türklerin peşinden “Diğer Ülkeler” sırasında vize kontrolünde ilerliyoruz.

Ufaklığın, babasının kendisini kalabalık olmayan bir sıraya sokmasına birazda babaya duyulan hayranlıkla, ama en önemlisi EU ülkelerinden birisinin pasaportuna sahip olmanın birçoğumuza göre avantaj ama bir bütünü görüp değerlendirebildiğimizde bekli de dezavantajın diyebileceğim farklılığı bilmeden “İyi ki öbür kalabalık sıraya girmedik baba…” diyor.

İklim’in “EU ülkeleri” sırasını girmemeyi; imrenme ve sorgusuz itaat ve arzu etme yerine, kalabalık ve daha zor bir yaşam mücadelesinin merkezi olarak algılaması biraz olsun içimi rahatlatıyor.

Yaşı 60’ı çoktan geçmiş rahmetli anneannem gibi bembeyaz saçlı, biraz kamburlaşmış bir bayan polisin “İngilizce ve Türkçe bilen bir adım öne çıkabilir mi lütfen…” komutuna cevap veren kimse olmayınca askerden kalma alışkanlıkla en arka sıradan hemen en öne geçiyoruz. İklim peşim sıra gelirken hala ayakta uyukluyor…

Bir yandan, bu ülkede emeklilik yaşının 65 olması nedeniyle hala çalışan bayan polisin kırışmış suratına ve takma dişlerine hayretle bakarken diğer yandan 40 yaşında emekli olmuş ülkem insanlarının, hatta emekli olmadan aile büyüklerinin emekli maaşları ile geçinmeye çalışanların “Bu devlet bize bakmıyor!” serzenişlerini beynimde dolandırıyor aynı anda içimde ki acıma duygusunu bastırarak polise gülümsüyorum. Ben de çok İngilizce bilmem ama akraba, arkadaş ziyaretine gelmiş ya da dil öğrenmek amacıyla İngiltere’ye giriş yapacak ama birçoğu hem kaçak çalışacak hem de dil öğrenecek hatta bir kaçı bu ülkede - Nasıl kalırım mı?- araştıracak her yaştan birkaç yolcuya pasaport geçişinde yardımcı oluyorum.

İklim beni ilk defa Türkçe dışında başka bir şeyler konuşurken bu kadar net görüyor ve söylediklerimden bir şey anlamamanın ilk sıkıntılarını içinde oluşturuyor. Üçüncü kişiye yaptığım tercümanlık sonunda arkadan gelenlerin hala hiç birinin polisle anlaşacak kadar dahi İngilizce bilmemeleri beni biraz olsun şaşırtmıyor. Dördüncü yardımdan sonra polise başka bir tercüman bulmasını rica edip pasaportumuzu uzatıyor ve yardımlarımıza karşılık sorgusuz sualsiz kontrolden geçiyoruz.

Türkiye’ye göre sabahın 02’si olduğundan her ikimizde biraz uykulu, dalgın yürüyoruz…

Birden önce bir “Küüüttt” sesi, ardından avazı çıktığı kadar bağıran alarmlar arasında kafamı sağa sola çevirirken eline yangın tüpünü alanın bize doğru koşturmaya başladığını görünce heyecanla İklim’i arıyorum. Bizimki yanımda kafasını eliyle tutmuş uykulu halde yol üstüne konmuş direğe bağlı ve yürürken göremediğinden çarptığı yangın alarmına aval aval bakınıyordu. Birden öyle bir gülmeye başladık ki içimden “Haaa! Şimdi, Kraliçeye selam olsun biz geldik Londra’ya. Herkes ayağa” diye düşünürken elinde yangın tüpüyle etrafımızı saran polislerle göz göze gelmemiz biraz zaman alıyor.

Vize kontrolünden rahat geçmiştik ama doğrudan Thames nehrinin gözdesi, bir zamanların hapishanesi Tower of London’ı (http://tr.wikipedia.org/wiki/Londra_Kalesi) direk ziyaret etmesek de olurdu düşüncesi ile İklim’in anlında bir şişkinlik var mı diye elimle yokluyorum. Biraz da polislere kendimizi acındırmak ve sakarlığımızı saklamak için acı içinde kıvransa da gülmekten ağlamaya fırsat bulamayan İklim’e sarılıyorum. Ama hala bu halde gizliden gizliye katıla katıla gülüyorduk…

Neyse ki bizim bu garip halimizi gören polisler hemen alarmı kapattılar ve bize bir şey olmadıklarına emin olduktan sonra ortadan geldikleri hızda kaybolup gittiler.

Gece hava sıcaklığı +8 santigrat derece! Uçaktan iner inmez soğuktan gözlerimizi ovuşturmuştuk… İklim pantolonumu çekiştirerek “babaaa” diye sesleniyor. İlk bağrışına ses vermeyince, Ufaklık heyecanlı bir halde, “Babaaa! Adama baksana…” dedi.

Bizimki, içinde bir yün fanila üzerine gömlek, üzerinde bir kazak ardından da atkı ve başlık ile desteklenmiş montunun arasından çıkarabildiği gözlerini koskocaman açmış sanki Ekvator kuşağında deniz kıyısında bir arkadaşı ile otobüs bekler gibi parmak arası terlik ve diz üstü bir şort ile yanımızda duran adama hayretle bakıyor.

Çorapsız bacakları üzerine geçirdikleri mini etekle sokakta dolaşan genç kızları, yağmur altında kısa şortlarla gezinen İngilizlerin bu çok bildik sahneleri benim için tekrardan başka bir şey olmasa da İklim’in bu şaşkın bakışına ve heyecanına ortak olmak benim tek düzeleşmiş yaşantıma da renk getiriyor.

Yıllardır görüşmemenin özleminde bizi karşılamaya gelen arkadaşımla kucaklaşıp bizce soğuk olan havada daha fazla kalmamak için hızlıca arabaya atlıyoruz. Arkadaşımın oğlu Robin de İklim gibi 6 yaşında… 1 hafta boyunca birlikte olacaklarından Robin, odasını ve oyuncaklarını toplamış gecenin bu saatine kadar uykusuz kalmayı göze alarak bizi karşılamaya gelmiş...

İkisi bir birine çekimserce bir “Hi” deyip arabaya geçiyorlar. Robin kendi çocuk koltuğunu İklim’e verme nezaketini göstermiş olsa da kendi kemerini bağlayıp koltuğun yan cebinde duran IPad’ini alıp başladı oynamaya. Tabi ki İklim’den bir ses duymasam da “Bak baba, herkesin bir IPad’i var bu İngiltere de…” der gibi gözlerini kocaman açmış ellerinin arasında hamur yoğurur gibi çevirdiği I Pad’i ile oynayan Robin’e bakıyordu.

Ertesi sabah erkenden kalkamadık tabiî ki… 3 katlı, duvarları ince dikdörtgen tuğlalardan, hemen hemen hepsi 40-50 sene önce yapılmış bir sokağa sıra sıra dizilmiş kiremit rengi tipik Londra evlerinden birisindeyiz. Benim odam çatı katı. İklim’in ki Robin ile yan yana alt katta.  Sabah 19 °C evde uyanınca dinç bir şekilde yataktan kalkıyoruz. Bu serinlikte mayışıklık yapacak halimiz yok.  İklim’e “Üzerine şunu giy, ayağına bunu giy…” demeye çalışıyorum ülkemden kalan alışanlıkla ve annesinin yanımızda olmasına istinaden edindiğim analık görevi eşliğinde.

Arkadaşım gülümsüyor mutfaktan. “Çocuklarımızı nereye kadar yönlendirebiliriz?” diye sesleniyor. Susuyorum… Zira Robin bir pijama pantolon üzerine bir şey giymeden yattığını gören İklim’e pek söz geçirebilecek gibi de değilim. Gene de ülkemden kalan alışkanlıklarımla İngiltere’ye daha alışamadığımız yönünde birkaç uyarıda bulunmaya çalıyorum. En azında Robin gibi çıplak ayak gezinmeyi yarına bırakmasını tavsiye ediyorum!

Tam bir İngiliz kahvaltısı eşliğinde bol bol sosisler ve geniş bir tavada zeytinyağında kızartılmış büyükçe bir yumurta ve kızarmış ekmek üzerine sürdüğümüz tereyağların üzerine boca ettiğimiz reçeller eşliğinde karnımızı doyuruyor ve Londra da çocuklar için Cennet denebilecek, National Historical Museum (http://www.nhm.ac.uk) ve yan sokağında ki Science Museum’un (http://www.sciencemuseum.org.uk) yolunu tutuyoruz.

Londra büyük ama nüfusunun benzerliği gibi yüz ölçümü de İstanbul gibi 240.000 km2 civarı. Bir birine benzer şehirler olsa da Londra da gezinmek İstanbul’a göre daha rahat. Bugün arkadaşımın arabasıyla geziyoruz… Yer altından akan ve taşıma kapasitesi İstanbul’a göre kat ve kat büyük olan Londra metrosu olmasa ve o insanlar yol üzerinde özel araçları veya otobüslerle ya da dolmuşlarla seyahat edecek olsalar İstanbul kadar beter bir yer olurdu burası da.

Bugün hafta sonu, Pazar… Hafta içi biraz daha vahim olsa da böyle bir keşmekeş trafik sorunu yaşamadan her adım başı karşımıza çıkan parklarda gezinen aileler ve ağaçtan ağaca zıplayan sincaplarla oynaşan çocukları izleyerek çok hızlı olmasa da akan bir trafikte merkeze geliyoruz.

Londra’yı çevreleyen dairesel semtlerden 2. bölgeden sonraki evlerin çöplerini bizlerde ki kedi köpek yerine tilki ve sincap gibi yabani hayvanların karıştırdığını, hatta 4. bölgedekilere yaban domuzu geldiğini öğrendiğimde, parkların sıklığı ve her yerin bol ağaçlı olması nedenin yaratılmış bir belediye düzeninden çok her daim yağış altında kalan vahşi doğanın bir parçası olduğunu kavrayabiliyordum.

Hyde Parkın da içinde bulunduğu South Kensington bölgesindeki bu 2 müze bugünkü eğlencemiz. Yağışın en az olduğu dönemlerden olduğundan, her kasım ayında National Historical Museum’un önüne kurulan açık hava buz pisti ilgimizi çekiyor. Çocuklar heyecanlandı. Her ikisi de hemen buz pateni yapmak istediler. Yorulup müze gezisine fırsat kalmaz diye 2 müze gezisi arasına sıkıştırmak fikri hepimizin daha hoşumuza gidince önce National Historical Museum’a (http://www.nhm.ac.uk) yönleniyoruz.

Burası, dünyanın oluşumundan başlayıp, canlı deprem platformlarının bulunduğu, her kıtadan getirilmiş kaya ve bitki örtüsü örneklerinin yanı sıra çeşitli dinozor iskeletleri, insan oluşumunun embriyon seviyelerinden ana rahminde ki süreçlerine, doğumundan ölümüne kadar simülasyonların olduğu ama çocuklar da bir birey oldukları kabul edildiğinden çocuklara yönelik basitlikte aktarıldığı, birbirinden ilginç bilimsel konuların gez-gez bitmediği, Türkiye de son aylarda yapılmaya başlanan ama buralarda 50 senedir var olan Londra’nın Tarih ve Bilim Müzelerinde dolaşıyoruz.

Yorulduk biraz… 2 saattir içerideyiz. Karnımızda acıkınca soluğu bir sokak sosis satıcısının önünde alıyoruz. İklim bugüne kadar “Hot Dog” okunuşunu hiç görmediğinde çevresinden duyduğunda da sosise bazen “hadi hattak”  yiyelim dese de şu anda İngilizce bildiği 20 kelimeden birisi “Dog” olunca araba içinde sosis satan adamla bir ara göz göze gelip, “Baba burada neden köpek yazıyor?” diye bana dönüp soruyor.

Tam olarak anlatamayacağım konular artmaya başlamıştı. “Bunlar köpek etinden” deyip konuyu kapatmaya çalıştım anlamsızca. Belki ileride Çin’e giderse en azından -babamla köpek eti yemiştim- deyip aç kalmaz diye…

İklim için sosis sadece sosis idi. Şu ana kadar köpek etinin yenip-yenmeyeceğini evde değerlendirmediğimizden daha doğrusu bu korkuyu ona aşılamadığımızdan, korkunun yaşamda hayatta kalmak adına bir gereklilik olduğunu kabul etsem de, bir korkusu olmayan insanların tepki vermeyeceği, bizimkinin tepkisizliğinden anlaşılıyordu.

Yaşamda özgür ama güven içinde yaşamımızla, yaşamı bir hapishaneye çeviren korkular aralarında ki ufak farkı çoğumuz yaşlandıkça, bu hayatı tanıdıkça hatta ve hatta birçoğumuz maalesef ölüm döşeğinde kavrayabiliyoruz. Korkunun kendimizi yönetmesine izin vermeden ondan yararlanmayı öğrenmek bu hayatta yapılabilecek en keyfili keşif olsa gerek… Beynin gelişme çağında nelerden korkmayı öğreniyorsak, toplumumuza göre ne yanlış ise o yanlışın etkisinde yaşayıp gidiyor hiç sorgulamadan ölüm döşeğine geldiğimizde, bütünü tam gördüğümüzde gerekli ve gereksiz korkuyu ayırt edebiliyoruz.

Çok acıkmışız… İklim ikinci bir “Hot Dog” istemesiyle daldığım beyin göçünden uyanıp her birimize birer tane daha ısmarlıyor, benimki bol hardallı ama ikimizin ki de bol ketçaplı sosislerimizi “Hot-Dog, dog, dog…” diyerek gülüp, elimizdekileri de bitiriyoruz.

Karnımız doyunca müze önüne kurulmuş acık hava buz pistinde alıyoruz soluğu… Her yaştan olmasa da 4-5 yaşından 40-50 yaşına kadar insanların çocukça gülerek, eğlenerek kaymaya çalıştığı piste bileti internetten daha ucuz bir fiyata satın aldığımdan sıra beklemeden buz pistine dalıyoruz.

1 saate yakın kaydık açık hava buz pistinde. Daha da çok yorulduk… Hem ısınmak hem de müzelerde kaldığımız yerden devam etmek için bu sefer Science Museum’a (http://www.sciencemuseum.org.uk) dalıyor ve akşamın karanlığına kadar müzede geziniyoruz.

Dün 12 saat süren yol yorgunluğunun üzerine bugünkü gezilerimiz ve buz pisti eğlencemiz eklenince yeterince yorulduğumuzdan eve döner dönmez içtiğimiz bir tas sıcak çorbanın ardından yatağa kendimizi atıyor, yattığımız yeri yadırgamadan sızıyoruz.

Ertesi sabah hava açık, hatta güneşli bile denebilir. Robin bugün okulda… İngiltere’yi tanıma gezimizi bugün onsuz yapacağız. Ama dün akşam Robin bisikletini kullanması için İklim’e izin verdi. Sıkı bir kahvaltının ardından evdeki diğer bisikletlere atlıyor ve her birkaç sokak ardından karşımıza çıkan parklarda geçerek birkaç mahallede geziniyoruz. Bisiklete binmekten sıkıldığımızda arkadaşımla kafeden aldığımız sıcak kahveler eşliğinde anılarımız canlandırırken, İklim de okula gitmeyen İngiliz çocukları ile oyun parklarında oynuyor.

Arkadaşım İlhan, çocukluk arkadaşım… Hani samimiyeti anlatmak için -aynı donu giymişliğimiz,  aynı yorgana sarılarak uyumuşluğumuz var- derler ya, bizimki de böyle işte. Aramızda kavga da eksik olmaz sevgi de... Ama yaşadığımız kavga sanki sevgiye ulaşma aracı gibidir. Bir birimizi yermek için değil de bir birimizi daldığımız hayal kırıklıklarından kurtarmak adınadır. Annemizden, babamızdan daha çok birbirimizi görerek büyüdüğümüz bu yaşamda, Saint-Benoit’nın o taş duvarları arasında sabahın yedi buçuğundan akşamın bazen kör karanlığına kadar, sekiz senenin yaşanmışlıklarını yıkabilecek bir gücün olmadığını bilecek kadar tanırız bir birimizi.

Hele birde bu birliktelik beynin gelişim çağında yaşanınca, Karaköy’ün genelevlerinin sokaklarına bakan pencerelerin arkasında, Paris evlerinin kalker taşlarından yapılmış dört katlı kararmış duvarların yarattığı gölgelerden güneşi neredeyse görmeyen bir avlunun ortasında, koyu Katolik dünyanın Soeur ve Frère’lerinin tek tip ve değişmeyen elbiseleri, gülümsemeyen suratları, arsızca ve kızılcık sopası gibi eğilen ama kırılmayan kuralları eşliğinde öğretim verme arzularına karşın Saint-Benoit'ın okul baskısı na karşı bir birimize korumuş, gözlerimizle bir birimizi anlayacak kadar tanımamıza olanak sağlamıştı.

8 yıl boyunca günün yarısını geçirdiğimiz bu mekânda aldığımız öğretimden çok edindiğimiz eğitim yaşantımızda bazen bir kara leke gibi karşımıza çıkmış, bazen de düştüğümüz çukurdan kendimizi kurtarabilecek bir gücü içimizde yaşatmamıza neden olmuştu. Ama hepsinden önemlisi bir birimize zahmetsizce, kendimizi anlatmadan anlaşılabilir olduğumuzu, biliyor olmanın rahatlığını vermişti.

Bugün İngiltere’de yaygın olan, çocuk bakıcılığı işini yaparak yaşantısını geçiren arkadaşımın daha bir gün önce tanışmış olmalarına rağmen İklim ile benden iyi anlaşmaya başlaması çocukları sevmede ki başarısını ortaya koyuyordu. Bazen çalışan bir ailenin kendine bakamayacak yaşta bir çocuğuna bir eğitim sezonu boyunca, bazen ailesinden kaba kuvvet gördüğü için hükümet yetkisinde ailesinden uzaklaştırılan bir çocuğa, bazen de bir komşusunun gecelik çocuk bakma ihtiyacına onlarla oynayarak hoşça vakit geçirerek hizmet veriyordu. Sanki bir yanda da eğleniyor gibiydi.

İlhan’da çocuk sevgisi işinin gereğimi mi oluştu yoksa çocuklukta yaşanmış ayrılıkları kapatması adına veya yaşayamadığımız güzellikleri yaşatma arzusundan mı kaynaklandığını tam bilemeyeceğim ama çocukları bu kadar sevmese bu işi yapılabilecek bir iş olmadığını söyleyebilirim.

Çocukluk yıllarımızdan anne veya babalarımızdan belki vakitsizlikten belki yokluktan bulamadığımız sevgiye olan ihtiyacımızı birbirimizi severek oluşturmuş, birbirimize daha sıkı sıkıya sarılmıştık. Sevgi bizler için bilinçaltında bir alışveriş yapısına dönüşmüş gibiydi. Sevgiyi olan özlemimiz adına her daim sevilmeyi istemek, ilgi görmeyi beklemek yerine ilgiyi çekmeye çalışmak, hayatımızın bir gerçeği haline dönüşmüştü. Bu ilgiyi çekerek sevgiyi yakalama biçimi, bir dişi sinek görmeden 21 yaşına kadar yarı homoseksüel bir yaşam içinde de büyüyünce biz Erkek Liselilerin sanki standart bir özelliği olmuştu.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi çoğumuz tek erkek çocuk olarak büyümemiz “Tek-İlk-Çocuk” sendromlarının tamamını üzerimizde bir zift gibi yapışmasıyla Saint Benoit’lı yıllarımızda bir birimiz ile anlaştığımız yöntemleri, alışkanlıkları daha sonraki yıllarda evlendiğimiz kadınlardan da aynı yaklaşımı beklediğimizden ve tabiî ki de alamadığımızdan, alışkanlıklarımıza karşılık bulamamanın hayal kırıklıklarını yaşayarak bu dünyada ki yerimizi alıyorduk.

Birlikte geçirdiğimiz gülünç, kavgalı, hırslı ama her daim anlayışlı günleri anarak birazda bizleri anlamayan (!) eşlerimizi çekiştirerek öğle yemeğini yiyoruz. Sonra da hep birlikte 1 saat sürecek bir yolculukla Cambridge gitmeye karar veriyoruz. İklim “Bisikleti de alalım!” dediğinde İngiltere de bir üniversite şehrinde bisiklete binmenin hepimize heyecan vereceğinden ona hayır demeden, bisikletleri arabaya atıp yola çıkıyoruz.

Cambridge Oxford’dan sonra İngiltere’nin en önemli 2.  üniversite şehri. İçinden kanalların geçtiği, her sokağında bisiklet yolu olduğu, kafelerini dolduranların çalışanı ve müşterisiyle neredeyse hepsinin öğrenci olduğu, okumanın aynı anda çalışmanın da gerekliliğinden biraz uzun soluklu biraz maddi ağırlıklı bir uğraş olsa da zevkli olabildiği bir yer.

Tüm fakülteler, yüz yıllar öncesinden kalma biraz kararmış kalker taş binalar, bir meydana bakan hala ahşap kalmış pencere pervazları ve hava kapalı olduğundan yakılmış Edison ampullerin odalardan yaydığı sarı ışıklar bize biraz gençlik günlerimizi hatırlattı.

Soğuk ve atıştırmaya başlayan yağmur altında gezinirken, sokaklardan pencereleri perdesiz olduğu için içerileri görünen sınıflarda, bir tişört her birine özel bir Lcd ekran karşısında ders yapan Hukuk fakültesi öğrencileri, konuşamadığımız anılarımızı canlandırmıştı.

80’li yıllarda değil doğalgaz, fuel oil dahi olmayan okulumuzda her sabah sınıfa girdiğimizde gürül gürül yanan soba etrafına doluşur ilk 2 ders ısınsak da geri kalan derslerde donduğumuzdan sanki üşüyeceğimiz zamanda kullanacakmışız gibi sobanın enerjisini içimize çekmeye çalışırdık. Mezuniyete yaklaştığımız senelerden, üşümenin de canımıza tak ettiği günlerden birinde son derslere doğru yakarız da üşümeyiz diye odunluktan gizliden gizliye odun çalınca ve öğretmene yakalanınca İlhan’ın disiplin amirine dönüp, “Ama Hocam ben çok üşüdüğüm için Hakan bana odun alıyordu” şeklinde ki beni korumaya çalışması tabiî ki disiplin suçu almamızı engellememiş ama aramızdaki ilişkiyi kuvvetlendirmeye ve birbirimizi anlamaya yetmişti.

İklim önde biz arkada bir o Kolejin binasına, bir bu Kolejin bahçesine girip Cambridge’de öğrencilik havası içimize soluyoruz. Yıllar önce böyle bir yerde okumuş olsaydık acaba hayat bizi başka bir yere mi sürüklerdi, dedim. İlhan gülümseyip, bugün İngiltere de ki zorlu hayat şartlarını mevcut ekonomi içinde çeviremeyen diğer göçmenlerin yaptıklarını hatırlayıp, daha iyi koşuklarda yaşamak için buralardan ya memleketlerine ya da memleketlerine benzer diğer ülkelere 2. bir göç yapanları anımsayıp “Herhalde sen Hindistan’da bir otomotiv firmasında mühendis, ben de Mozambik’te bir okulda öğretmen olurdum.” deyince bunun ne kadar iyi olabileceğini pek bilemeden gülüşüyoruz.

Hava kararıyordu. Hafif de yağmur yağmaya başlayınca, dışarıdaki “okullu keyfimizi” kapalı bir yerde sürdürmek için meydandaki bir kütüphaneye dalıyoruz. 3 katlı kitapçıda bu defa her yaşa hitap eden kimisi küflü, kimisi yeni baskı hamur kâğıt kitapların kokularını içimize çekiyor ve hepimiz kendi seviyesine göre okuyabileceğimiz bir dizi kitabı, yapbozları, kelime oyunlarını, resimli kelime kartlarını, masal kitapları eğitim setleri alıyoruz.

Elimiz kolumuz kitap dolu bir halde bir kafede öğrencilerle birlikte birer sütlü kahve de yudumlayınca Cambridge geçirdiğimiz bir kaç saat, bize bir kaç yıllık anı bırakıyor.

Akşamın karanlığında Cambridge’den mezun olmanın gururu ile evimize geliyor yine deliksiz bir uykuya dalıyoruz.

Ertesi gün ev halisi erkenden kalkıp Belediye’nin Çocuk Eğitmenliği Sistemi gereği düzenli olarak kendilerine verdiği eğitimlerden birisine gidiyorlar. İngiltere’de olup da 2 gündür yağmur görmediğimize şaşarken dün gece başlayan yağmur hiç durmadan yağınca birde 3 gündür sokaklarda sürttüğümüzden bugün öğlene kadar uyuyoruz.

Öğlene doğru karnımız acıkınca, “Buralara kadar gelmişsiz bir tiyatro gösterisi izlemezsek olmaz!” deyip ben dünden beri İklim ile yaptığım pazarlığa tekrar başlıyorum. Sonunda benimle bir müzikhole gelmesini Londra’nın en büyük oyuncakçı mağazasına gitme karşılığında anlaşıyoruz.

2. bölgedeyiz ve teorik olarak 1,5 saatte merkeze varabileceğiz. Önce bir 2 katlı otobüs gezintimiz ile metro durağına geliyoruz. Ardından Piccadilly Line hattına binip 16 duraklı bir metro yolculuğundan sonra Leicester Square’da iniyoruz. Vizyonda Sing in the rain, Mamma Mia, Les Miserables, Phantom of Opera, Madilta gibi bir dizi ünlü eser var… Londra’da olmak şu anda çok keyfili geliyor bana. The Quenn’s Theatre’ı da görmek istediğimden Les Miserables’den birer bilet alıp balkona yerleşiyoruz. (http://en.wikipedia.org/wiki/Queen's_Theatre)

Tam olarak anlamasak da müziğin coşkusu, yüksek tavanlı bol işlemeli tiyatronun havası, döner sahneleriyle her an bir başka sahne düzenin gözler önüne serildiği bir klasiği hele hele ne kadar modernleşirsek modernleşelim, ne kadar gelişirsek gelişelim liseli yıllarımda okuduğum Victor Hugo’nun 1862 yılında yazdığı Les Miserables’ın özünün hiçbir dönem değişmediği görmek hüzünle karışık değerli bir müzikholü izleme zevki veriyor.

İklim için pek bu kadar keyifli olmasa da seyrettikleri arasında hizmetçi gibi kullanılan çocuğa acıdığından, dövülen kadına üzüldüğünden ve bir de müzikhol’ün ana şarkısının melodisini 1 hafta sonra annesine aktardığında ufak ama her türlü yeniliğe açık beyinlere nelerin ne kadar hızlı girebildiğini gösteriyordu.

Şimdi sırada Hemsley var. (http://www.hamleys.com) 7 katlı bir oyuncakçı mağazasına girip de nasıl ufaklıkla kavga etmeden, onu alalım, bunu almayalım savaşı vermeden çıkacağımı düşünerek Oxford Street’de yürüyoruz... Her yer ışıl ışıl ve Christmas için hazırlanmış. Mağazaların albenisini, yeni yıl heyecanına kapılalım diye rengârenk süslenmiş vitrinlerden içeri süzülmemizi engelleyen tek konu cüzdanımızın çok dolu olmaması. Olduğu kadarını da biraz sonra İklim boşaltacağından sadece seyri-sefa yaparak Hemsley’e giriyoruz.

Siyah bir frak giymiş geniş fötr şapkalı bir kapı görevlisi ve hemen yanında Harikalar diyarında ki Alis gibi rengârenk giyinmiş bir kız daha kapıda İklim’i bir Kraliçe gibi karşılıyor ve eline verevli rengârenk bir şekerleme verip içeri buyur ediyor. Bana mı, ya da ben mi? Sadece o meşhur cüzdanı taşıyan Başuşak olduğumu hemen anlıyorum… Zira Kapıdan girer girmez kapı girişinde elime satın alınacak (!)  oyuncakların taşımada kolaylık olsun diye içine koyacağım 1 metrelik bir çuvalı elime tutuşturuveriyorlar.

Bir çuvalın büyüklüğüne bir de cüzdanımın küçüklüğüne bakıp daha kapıda İklim ile anlaşmaya karar veriyorum. Bu mağazadan kavga etmeden bana sormadan istediği her oyuncağı alabileceği ve bu torbaya koyabileceği ama en alt kata yani kasaya gelince bir yerde bunların içinden en beğendiğimiz 2 tanesini seçerek satın alacağımız şıkkında anlaşıyoruz.

7 kat… Gez gez bitmeyen, seç seç sonlanmayan oyuncaklardan İklim her beğendiğini çuvala attıkça aşağıya kasa önüne geldiğimizde sırtında çuvalı ile oyuncak dağıtan Noel Babayı çoktan geçmiştim. Neyse ki “alma” zevkini tamamıyla tadan ufaklık “satın alma” kısmında anlayışlı davranıyor, başta iki ile sınırladığımız sayıyı biraz tatlı nazlar yaparak üçe çıkarmak istiyordu. Ben diğer seçtiği ve oraya kadar taşıdığımız 12 oyuncağı satın almak istememesini bir anlayış olarak kabul ediyor ve biraz da onu şaşırtmak istediğimden ek olarak ona çocukların kullanımına uygun bir IPad alarak Hamsey’den çıkıyoruz.

Çevresel faktörlerin ne kadar etkili olduğunu bildiğimden metro ile yapılan gezileri çok seviyor ve sevdirmeye çalışıyorum. Bizlerde yeni yeni kazanılmaya başlanan yolculukta kitap, dergi okuma alışkanlığı, Londra metrosunda hala baskılı yayınlar okunsa da hatırı sayılır çoklukta kişinin bu okuma alışkanlıklarını Ipad ya da notepadlerinden kitap, dergi okumaya dönüştürmüş durumda. Çevresinden etkilenen ufaklık, yeni aldığı Ipad’ini açıyor ve metroda kucağımda yapbozunu yapmaya başlıyor.

Bugün çok yorulmadığımızdan akşam çocukları evde bırakıp İlhan ile Kiliseden döndürülen bara gidiyoruz.

Avrupa da yaşayan Katolik Hıristiyanlara göre daha light diyebileceğimiz Protestan Hıristiyan’ı olan İngilizler hemen hemen hepsi Başkanı Kraliçe olan Anglikan Kilisesine bağlılar.

Dünyada din itişmesi ve buna bağlı olarak kaynak yaratılması çoğunlukla Müslümanlar ve Yahudiler arasında devam ettiğinden, Hıristiyan âleminin para babası sevgili Vatikan’ın da etkinliğinin buralara sokturulmadığından, tüm bunlar yetmezmiş gibi dünya sömürgelerinden eskisi kadar yaralanamayan Anglikan Kilisesi, kendi sistemini devam ettirebilmek için ziyarete pek gidilmeyen daha doğrusu bağış alınamayan, mum yakılmayan bölgelerdeki ki bunlar çoğunlukla Londra’nın Kuzey mahallerinden daha çok Müslümanların yaşadığı bölgelerdeki kiliselerini ya bar ya lokanta ya da yaşlılar evi olarak ilgili kurumlara kiraya vermeleri Din düzeninin değişmeye başladığını çok rahat gözler önüne serdiriyordu…

Akşam yemeğinden sonra biz de uyduk cemaate, daldık bara dönüştürülmüş bir Anglikan Kilisesine. Vaftiz havuzu yanında, loş bir ortamda İrlanda birası olan Guinness’in Stout denen siyah birasından birkaç bardak içip üzerine cila niyetine yudumladığımız birkaç İskoç malt viskisi kanımıza karışınca ne dünyanın derdi kaldı ne Hanımlarımızın sorunu ne ekonomik zorluklar ne hedefleyip de ulaşamadığımız arzular.

Hepsini kusmuştuk masaya... Çocukluk günlerinden kalma kavgalardan birini yapıp biraz da birimize bağırıp çağırınca kilise olduğumuzu (!) hatırlayıp daha fazla sarhoş olmadan bir birimize sarılıp evin yolunu tuttuk. Ve aynı yorgana sarılıp uyuduk…

Uyandığımıza Londra bize güzel güneşli yüzünü göstermişti yine. Bugün Londra’da son günümüz. Ev ahalisinin eğitimi devam ettiğinde kahvaltı sonrası gene kaybolacaklar biz kendimiz gezeceğiz.

Dün! dedi ve sustu İlhan. Eğitimde dediler ki, deyip gene sustu. Sanki bir şey söyleyecek de nasıl söyleyeceğini bilemenin kıvrıntısı içindeydi.

Sonra dayanamayıp başladı ardı ardına bana bakmadan konuşmaya…

Gayliğin bir kalıtım olduğuna ve genlerle geçtiğine ve bir hastalık olmadığını anlattılar, dedi…

Baktıkları çocuklar arasında şayet böyle bir yatkınlığı olan bir erkek çocuk olması halinde çocukları bu yöne teşvik de edilmemesi gerektiğini ama olumsuz tepki de verilmemesi gerektiği söylediler, deyip sustu.

Şimdi susma sırası bana gelmişti. İçimden “Yok ya bana sapkınlık olarak öğretildi” demek geldi içimden.

Devam etti…

Ama daha tam olarak kalıtımsal olduğu da kanıtlanmış da değilmiş Tıp dünyasında ortak bir düşüncenin oluşmamış da olduğunu belirtmişler ve eklemişler

“Sapkınlık olsa da kalıtımsal olduğu da kanıtlansa da, bir çocuğu hiçbir suçu yokken gereksiz yere aşağılamaya, ruhundaki yaşam tercihlerine yön vermeye, değiştirilmeye, zorlamaya hakkımız olmadığını unutmayın.” demişler.

Susmaya devam ettim, yıllardır öğrendiklerimi göz ardı etmeden.

Özgürlüğü, bireyin bireyselliğini, benliğin sahip olduğu gerçek hakları anlamak istercesine daha az konuşup daha çok soluyarak gezindik bu son günümüzde İklim ile.

Daha iyi sorgulama için gördüklerimiz anlatabilmek için gözlerimizi kocaman kocaman açıp gezdik; St Paul Katedralini, Trafalgare Meydanını, St Jame’s parkını, Buckingham Sarayını, National Resim Müzesini, Kule Köprüsünü, Westminister’ı, Big Ben’i, Hyde Parkı ve  Londra’nın gözü London Eyes’ı…

Kasım 2012