Amsterdam

Amsterdam'da yürürken hissettiklerim
Bugün deniz seviyesi altında ki topraklara gideceğiz…
Erken uçacağımız için, Paris’te geçirdiğimiz bir buçuk günün ardından otelimizden kahvaltı yapamadan çıkıyor, yine o çok bildik metrolara yöneliyoruz.
Sokaklar kalabalık. Haftanın ilk iş günü çoktan başlamış.
Bizden önce uyanmış, işlerine gitmek için yollarda hızlı hızlı yürüyen, metro merdivenlerden üçer beşer atlayan Parisliler, iteklediğimiz bebek arabamıza ile tekerlekli valizimize ve sırtımızdaki çantalara aldırmadan yanımızdan geçip gidiyorlar.
Nasıl havalimanına geldiğimizi hatırlamıyoruz.
Esra uyukluyor, İklim zaten hiç uyanmadı. Yatağından direk arabaya koyduğumuz pozisyonda mışıl mışıl uyuyor.
Kontrollerden geçip uçağa binerken gözlerim hala yarı açık, yarı kapalı.
Ve yine hep birlikte uyukladığımızdan, hatırlamadığımız uçuşumuzun ardından deniz seviyesinin üç metre altına inşa edilmiş Amsterdam Schiphol havaalanında tekerleklerin yere çarpması ile birden bire gözlerimiz açılıveriyor.
En son uçağa binerken bize gülümseyen KLM’nin açık mavi döpiyes giymiş iriyarı sarışın hosteslerini hatırlıyorum. Biz uyurken hem İklim’e bebek hediyesini, hem de bizlere birer paket içinde kuru sabah kahvaltılıklarımızı yanımızdaki boş koltuğa bırakmışlar.
Hollandalılar az biraz Alman ırkı gibi iri, az biraz İskandinav ülkeleri gibi sarışın.
Özenle hostesliğe seçilmiş iri göğüslü hostesler, çıkan yolculara güle güle derken ahmakça etrafıma bakınarak hem uyanmaya çalışıyorum hem de nasıl olsa bir zaman sonra tekrar acıkacağız diyerek, koltuktaki yemeklerin hepsini sırt çantama atıyorum.
Bizim kullandığımız “Hollanda” terimi İngilizceden gelme. “Holt Land = Ağaçlıklı Bölge” anlamında. Ancak ülkenin çoğunluğu deniz seviyesi altında olması sebebiyle birçok Latin kökenli dillerde “Aşağıdakikara” anlamına gelen “Netherlands” kelimesi ile de anılan, benim bildiğim Ürdün’deki Lut gölünden sonra, deniz seviyesi altında toprakları bulunan dünyanın ikinci ülkesi.
Merdivenden inip, piste bastığımızda birden içim ürperiyor.
Hz Musa’nın Firavun Ramses’ten kaçarken kutsal asası ile Kızıl Deniz’i ikiye ayırıp geçtikten sonra kendilerini takip edenlerin üzerlerine kapattırdığı denizde, Mısırlılar boğulurken hissettiklerine benzer bir endişe şimdi benim ürpertimi korkuya çeviriyor.
Hollanda’yı çevreleyen denizin her an üzerimize kapanacakmış düşüncesi ile etrafıma ürkek gözlerle bakınıyor, deniz üzerimize gelmeden gidelim diye hızlı adımlarla Amsterdam’ın merkezi Dome Squar’a gitmek üzere tren garına doğru yürüyoruz.
Okuduğumuza göre deniz seviyesinin altında bulunan killi toprak yapısı bu havzalarda suların bir yerden bir başka yere geçmesine izin vermiyormuş. Bu sayede içimiz biraz olsun rahat.
Tren garında insanlar güler yüzlü. Belli ki bazı yerlerde denizin on beş metre altında ki toprak seviyesinde yaşayanlar benim endişelerimi taşımadan hayatlarını devam ediyorlar.
Biz bu şehirde çocukluk arkadaşım Dilek’in evinde kalacağız.
Seyahat öncesi mailleşmelerimizde yapacaklarımızı, görmemiz gereken yerleri, kafeleri, lokantaları, barları adım adım yazmasının yanı sıra Google maps’den gerekli desteği alıp havaalanından Dilek’in evinin kapısına kadar nasıl gideceğimizi, çözmüştüm.
Havaalanından şehir merkezine, otobüs ya da taksilerle gidilebilinir olsa de her zaman olduğu gibi biz şehre bağlantı yapan ve her on dakikada bir kalkan banliyö trenlerini ile gideceğiz.
Yolculuğumuz yirmi dakika civarında süreceğini bildiğimden acele etmiyorum.
Gerek tabelalarda gerek ise otomatlarda Dutchça yazılı metinlerden, biraz zor olsa da İngilizce açıklamaları bulup, iki bilet alıyorum.
İnternetten öğrendiğime göre otomatlardan alınan bilet fiyatları gişe fiyatlarına göre %  yirmi daha ucuz olması gerekiyor.
Elimdeki iki bilete karşılık kredi kartımla ödediğim paranın slipine baktığımda, az ödediğimi görüp önce sevindim, ardından yanlışlıkla indirimli öğrenci ya da yaşlı bileti aldığımı fark edip endişelenmeye başladım.
Dilek sanki biliyormuş gibi bir anne edası ile beni maillerde uyarmış, “Buralarda hiç kontrolör görmezsin. Kimse senin indiğine, bindiğine, biletin var mı yok mu, bakmaz ama birde bakarsa, birde hatalı bilet aldığını görürse direk 500€ cezayı yersin haaa” demişti.
Daha tatilin başında iki adet bilete 500 € ödeme ihtimalimin sıkıntısı ile etrafıma bakınırken perona gelen kondüktöre durumu anlattığımda, elindeki kalem ile biletlerimize birer “Kontrol edildi” yazıp gülümseyerek geri uzatıyor.
Herhalde halimize acıdı ki, ben biletleri alırken bir de “İyi yolculuklar” dilemeyi ihmal etmiyor.
Bu yaşıma kadar yaşadığım değişken yaşam şartlarından etkilendiğimden, her bir vagonun giriş basamağının perona olan yüksekliği farklı olacakmış gibi, İklim’in arabası ile hangi vagona daha rahat gireriz diye vagonun kapı eşiklerine bakıyorum.
Boş vagonu aramak yerine, alçak basamaklı olanı bulmaya çalışırken, ceketinin kol ve eteğinin alt kenarları kırmızı bant kurdelelerle çevrili, kare şapkalı başka bir bayan kondüktör bir sonraki vagonu göstererek ona gitmemizi istiyor.
 “Neden?” diye sormadan edemedim. Ama görevliye değil, kendime…
Vagona yönelmişken görevli kadın bizden önce içeriden o vagona geçmiş, kapısını açmış, bir de bebek arabasını rahat bindirelim diye hareketli bir rampayı yavaş yavaş peron üzerine doğru uzaması için bir düğmeye bile basmış.
Yaşantılarımız arasındaki teknoloji farklılığını daha içime sindirememişken, sert mizaçlı kondüktörümüz, görevini yapmış olmasının rahatlığı ile “Size bu kadar yardım yeter, Avrupa'da herkes kendi işini kendisi görür, bundan sonrasını kendiniz halledersiniz” edası ile arkasını dönüp uzaklaşıyor.
Uykusuzluk Esra’nın başına fena vurmuş halde. Teknoloji farklılığının sorunlarını yaşamadan benim peşim sıra geliyor, ben ne dersem onu yapıyor. İklim ise mızmızlanarak uykusu kanmadan indiği uçaktan hemen sonra yattığı arabasının içinde mışıl mışıl uyuyor.
Perona uzanmış rampadan, bebek arabasını ittirerek, birkaç bisikleti yan yana asmaca usulü bağlanabilecek bir vagona giriyoruz.
Bisikletler seyahat esnasında düşmesin diye bağlaması için gerekli kilitler de “Nederlandse Spoorwegen-Hollanda Demiryolları” şirketi tarafından yandaki askıya asılmış. İsteyen oradan kilidi alıp herhangi bir ücret ödemeden kullanabiliyor.
Tren geldiği sakinlikte şehre doğru hareket ederken biz de indirimli bilet sayesinden endişeli bindiğimiz, engellilere ve bebekli yolculara ayrılmış boş bir vagonun penceresinden kanalları seyre dalıyoruz.
Kanal üzerinde hareketsiz duran tekne-evler var.
Teknelerin güvertesindeki saksılardan sarkan sarmaşıklar, kanalda ki sazlıklara dolanmış. Bu tekneler kıyıdan hiç ayrılmadan durduğundan, onlarda uyumanın bir yolunu bulsak ne iyi olur diye düşünürken Esra’nın tekne fobisi sonrası olası mide bulantısının fotoğrafı beynimde canlanıveriyor.
Düşüncemdeki fotoğrafı katlayıp bilinçaltına yerleştiriyorum.
Üzerine kurulmuş köprüleri geçtiğimiz şehri saran Amstel nehri aynı anda bir bira markasına da adını vermiş. “Dam”da nehir üzerine kurulan baraj anlamındaymış.
Bu bağlamda “Amstel nehri üzerindeki baraj” anlamındaki Dushça Amstel-Dam’dan, Amsterdam’a dönüşmüş son istasyona geliyoruz.
Central Station, Amsterdam’ın merkezinde tren, otobüs ve tramvay istasyonlarını birleştiği bir yer.
Kapıdan dışarı çıktığımızda hiç alışık olmadığımız bir sosyal hayat bizi karşılıyor.
Garın önünde, karşımızdaki kanalın üzerinde ki köprüden geçip gelen tramvay ve yoğun bir bisiklet trafiği var. Kapıda öylece durup önümüzden geçen tramvayları ve her yaştan sürücüsü olan iki tekerlekli araçları seyretmek hoşumuza gidiyor.
Sağdan sola, soldan sağa gidip gelen bisikletlerin hiç durmadığı, gerek yayaların, gerek ise arabaların gelip geçen tüm bisikletlilere yol verdiği görüntüsü bizim için bir ilk.
Bu kadar bisiklet ve tüm Hollanda’yı kaplamış 15.000 km’lik bisiklet yolu ile övünmelerinin bir nedeni de, her halde yükselti adına var olan tek şeyin; “evlerine yağmur suyu girmesin diye kapı önüne konan eşiğin” olduğu bu ülkede her yer bisiklet ile gezilebilecek düzlükte.
Söylemişlerdi de inanmamıştık ama doğruymuş.
Tüm kavşaklarda, tüm yollarda, bisikletlilerin önceliği var. Hem arabalar hem de yayalar, bu kurala uymadıkları takdirde iki tekerlekli bu tatlı canavarların, yayaların ayaklarının üzerinden geçmelerini ya da araçlarının çizilmesini kabul etmeleri gerekiyor.
Eyüp’teki amcaoğlu Celal’in evine gitmek için Karaköy vapuruna binmek üzere Haydarpaşa tren garının denize doğru uzanan merdivenlerinden, karşı kıyıya, Topkapı Sarayının siluetine bakan taşralı Halil ile yavuklusu Hayriye’nin şaşkın şaşkın bakındığı Türk filmlerinin “şehre göç” sahnesinden fırlamış gibiyiz.
Buralarda da tatillerin Ağustos’ta kullanılması sebebiyle, Dilek’ de bu hafta tatilini Türkiye’de ailesi ile geçirecek. Biz evde tek başımıza kalacağız. On beş sene önce Amsterdam’a yolcu ettiğimiz arkadaşım kanala bakan bir Amsterdam evini bizlerle de paylaşmayı kabul etmesi bizleri çok mutlu etmişti.
Başka bir ülkede kısa bir süre olsa da o ülkenin özelliklerine göre yaşamak bizim en büyük gezi keyiflerimizden.
Etrafımıza hayran hayran bakarken şoförümüzün geldiğimizi söylemesi ile birkaç günümüzü geçireceğimiz ambardan dönüşmüş dar uzun “Eski Amsterdam Kanal” evlerinden birisinin önünden minibüsten iniyoruz.
İndiğimiz anda yine dalıp yanda ki kanal üzerinde gezinen bir tekneye bakarken, her zamanki karga tulumba halimiz ile ilk günden bir iki bisikletçinin “çın çın” zillerine maruz kalıyor, zılgıt yer gibi bizi uyarmaları ile daldığımız hayal âleminden uyanıyoruz.
Depodan dönüşmüş derinliği olmayan bu eski Amsterdam binalarına dört kat sığdırabilmek için standart merdiven özellikleri kullanılmamış.
Basamakların derinliği normal olsa da yüksekliği alışkın olduklarımızdan en az altı, yedi cm daha yüksek.
Sokak kapısından onca eşya ile girip hepsini bu merdivenlerden aynı anda taşımak tabi ki imkânsız. Bebek arabasını kapı arkasına bırakıp diğerleri ile sanki bir sur duvarına dayanmış merdivende sırtımda kuleye fırlatacağım kancayı taşır halde kan revam içinde yukarı doğu çıkmaya çalışıyorum.
Araba kapı arkasında kaldı. Merdiven sahanlığına bir başkası girmek istemesi halinde giremeyeceğini ya da çıkmak istemesi halinde ise arabayı kenara çekecek yer olmadığından çıkamayacağı için aceleyle üst kattaki daireye kadar çıkıp sonra hemen tekrar inip arabayı da alarak tekrar öfleyip pöfleyerek kalacağımız daireye çıkıyorum.
Sanki tüm ev bir öğle uykusu sessizliğinde.
Gıcırdayan merdivenlerden ikişer defa inip çıkmamın yanı sıra dairenin eski masif yer tahtaları ile kaplanmış döşemelerin kokusu, beni bir anda karşı kaldırımdaki Anne Frank’ın II. Dünya Savaşında saklandığı anlara götürüyor.
Daha lise yıllarında okuduğumdan az biraz unutmuş olsam da Anne Frank’ın çocukluk aşkı Peter’i beklediği, tavan arasındaki sıkıntılı günleri aklıma geliyor. Zaten tüm mahalleye yayılmış Nazi subayları, daha önceden aramalarına rağmen teker tekrar evlere girip arama yapmak için bahane arıyorlardı.
Sanki sokaklardaki mutlu insanlar Naziler için “salgın bir hastalık yayan mikroplar” gibiydi…
Naziler, birkaç gülücük, birkaç içten ses duyduklarında kendilerine verilmiş “yok etme” görevlerini yerine getirememiş gibi hissediyorlar. Hiçbir şey olmasa da herhangi bir eve baskın düzenliyorlardı.
Anne Frank, bunları göremese de daha önceden aynı sokakta oynadığı için sokakta koşturanları hayal edebiliyor ama Yahudi dinine mensup oldukları için annesi, babası ve kardeşi ile yakalanmadan bu savaşın bitmesi için de dua ediyordu.
Ne zaman Amsterdam’a gelsem hep bitmeyen uzun kuyruğunu gördüğüm Anne Frank’ın evi, eski anıları unutturulmaması adına savaş karşıtı Avrupa toplumu için bir ibadethaneye dönüşmüş durumda.
Savaşı yaşamış her aile Amsterdam’a geldiğinde mutlaka burayı ziyaret eder, çocuklarına da bu savaşın ne şartlarda bir yaşama neden olduğunu anlatmaya çalışırlar.
Merdivenlerin tahta gıcırtılarından sonra İklim’in de tahta parkeler üzerinde avuçlarının içi ile pata küte ses çıkararak emeklemesinden biraz iğreti olmuştum.
Yaşamayıp okuduğum savaş yıllarının içimde yarattığı korku ile alt kattan dolaşan bir Nazi subayının olmamasını dilemekten başka yapacak bir şeyim yoktu.
Belki de o yıllarda o yüzden bebekli aileler, daha ileri yaşta çocukları olanlara göre daha öncelerden yakalanmış ve gaz odalı çalışma kamplarına götürülmüştü.
Karnımın gurultusu ile kendime geliyorum. Esra benden önce kendisine gelmiş acıkan İklim’i emziriyordu.
Tabi ki bugünlerde Dilek evde olmadığı için dolapta yiyecek yoktu. Artık bizler yeni sahipler olarak markete gidip bir şeyler almamız gerekiyor.
Gelmeden Google map’den bakmıştım. Üç sokak ilerideki “Alberthijn” markete var.
Buralarda marketlerde bizdeki gibi aldığımız eşyaları koyacak bedava torba verilmediğinden yıllar önce kullanmayı bıraktığımız, mutfak kapısı arkasında duran fileyi almayı da ihmal etmiyorum.
Dutch’ça bilmediğimiz için bazılarını anlayıp bazılarını da dış kabını beğenerek yiyeceğimizi zannettiğimiz kolay hazırlanabilecek hazır yemekler alıp bir haftalık alışverişimizi yapıyoruz.
İçimizde bir huzur var şu anda. Amsterdam’da yaşayan bir aile havasında gülerek eve gelirken, bu sefer yolda daha dikkatli yürüyor, bisikletlilere gereken yol haklarını veriyoruz.
Marketten aldıklarımız ile güzel bir sofra hazırlayıp yemekten sonra dışarı çıkmayıp Prinsengracht kanalına bakan pencerenin önünde bir hamakta, bir Amsterdamlı gibi kanalda gezinen tekneleri seyredip sonrasında da biraz kestiriyoruz.
Amstel nehrinin deltasına kurulmuş bu eski ticaret şehrinde ki evlerinin kanallara bakan yüzeyinde çatısına yakın bir yerde asılı duran çıkrıkları ilk gördüğümde ben de, “bunlar ne” diye düşünmüştüm.
XVI. yüzyıldan itibaren Kuzey denizinden Hindistan’a kadar tüm dünyada etkin bir ticaret hattını ellerinde tutan Hollanda bandıralı ticaret gemilerine götürmek ya da onlardan gelen yükleri saklamak için ön cepheleri üç dört metre genişliğindeki, zamanında depo olarak kullanılan bu evlere, mallar, balyalar halinde bu çıkrıklara bağlanarak çekilen halatlar ile çıkartılırmış.
O yüzden, zamanında her katı sadece bir odadan oluşan bu dar mekânlarda sonradan da hem odalar, mutfak, banyo hem de standart dışı dik merdivenler yapılmış. Bugün bu evlere taşınılmak istendiğinde eşyalar merdivenden çıkartılamadığı için hala bu çıkrıklar kullanılmaktaymış.
Evde kısa bir uyuklamanın ardından sokağa çıkıyoruz.
Kanalların üzerindeki dört yüz yıllık köprüleri ve yayvan tabanlı tekne-evleri ile “Korsanlar Adası” platformunda ki sahnenin gerçeğinde geziniyormuşuz gibiyiz
Sanki bir pencereden bir korsan elinde bir rom şişesi ile sarhoş haliyle fırlayacak ve etrafına aval aval bakınan İklim’i kaçırıp fidye isteyecekmiş gibi endişelere bile kapıldım.
Neyse ki bir köşeden dönünce aniden karşımıza çıkan Rembrandt’ın meşhur “Gece bekçisi” resminden etkilenerek yapılmış, XVI. yüzyıl sokaklarında ki Hollandalı şövalyelerin heykelleri ile Rembrandt’ın yaptığı her eserin bir yerine mutlaka sıkıştırdığı meşhur av köpeği Charlie bu duruma gereken katkıyı yapıyor ve bizi korsanlardan koruyorlar.
İklim daha korsan nedir, şövalye nedir, köpek nedir bilmediğinden kendi boyunca bir şey görmenin mutluluğu ile arabasından inip heykel köpeğin boynuna sarılmadan edemiyor.
Kâh sokaklarda yemek yiyerek, kâh o yıllar önce gördüğüm çocuklarıyla gezen ebeveynlerin rahatlığından İklim’in altını bir bankta değiştirerek, gezindiğimiz bir parkta kızımızı beğenen ve yanağına bir öpücük konduran dört yaşlarından çapkın bir Hollandalıya kaptırmadan, kanalları ve köprüleri ile ünlü Amsterdam’da akşam karanlığına kadar girilebilecek tüm sokakları yürüyerek arşınlıyoruz.

Zaten Amsterdam merkezi ufacık bir yer. Tramvay ve otobüsler de çoğunlukla ya banliyödeki bir arkadaşa gitmek ya da yağmurda yürümemek adına kullanılması gereken birer toplu taşıma araçları.
Biz de her yere yürüyerek gittiğimizden tramvayı bir haftada sadece üç defa kullandık.
Eh tabi ki bu şehirde de görülmeden dönülmemesi gerekenleri, merkezdeki De Waag Şatosunu, AVM’ye dönüşmüş eski postane binası Magna Plaza’daki mağazalarını, yılda bir milyon ziyaretçinin geldiği ulusal müzesi olan Rijksmuseumu, ileri yaşında başladığı resim hayatına Answer’de tek odalık evinde son veren Van Gogh Müzesini ve modern sanatın dibini çıkarırcasına insanı afallatan Stedelijk Müzesini geziyoruz.
Anne Frank’ın evini ve Central Station’un çapraz karşı köşesindeki Hollanda denizcilik tarihinin altın çağlarının anlatıldığı Scheepvart Müzesini başka bir güne bırakıp, marketten aldıklarımız ile bir akşam yemeği hazırlamak için eve dönüyoruz.
Yemek sonrası bir Hollanda şarabının eşliğinde ben hamakta, Esra ise divan üzerinde, İklim de annesinin ayakları dibinde uykuya dalıyor.
Ertesi sabah yerel peynirler ile hazırlanmış bir kahvaltını ardından sadece Amsterdam’ın değil, tüm Hollanda’nın en meşhur iki yerine Bloemenmarktta ki açık hava çiçek pazarına ve her yıl binlerce lalenin ekildiği Vondelparkına gitmek için evden çıkıyoruz.
Hava belki biraz erken olduğu için hem serin, hem de rüzgârlı.
Buralara gelmeden önce daha sert bir rüzgâra ve yağmura bile razı olduğumuzdan buna şükreder haldeyiz.
Tabi ki İklim, her ne kadar daha bu dünyada tüm mevsimleri görecek bir yılını doldurmamış ayrıca bebek olduğu için tüm kışı kaloriferleri gürül gürül yanan bir evde, yazı ise herkesçe bilinen sıcaklıklarda geçirdiğinden, daha soğuk nedir bilmiyor.
Paris’te geçirdiğimiz 30ºC civarında ki sıcaktan sonra içinde bulunduğumuz 22ºC hepimize biraz soğuk geliyor.
Evde sıkı sıkıya giydirdiğimiz İklim’i daha kapıdan çıkar çıkmaz kaldırımda ek takviyeler yaparak arabası içine sıkıştırmaya başlamıştık ki, yan sokaktan gelen iki bisikletli ile göz göze geliyoruz.
Hollandalıların bisikletleri bizimkilerden biraz farklı. Hala eski tip, gidonların altından sıkılan fren tertibatlı, büyük lastikli, biraz da hantal görünüşlüler.
Birçoğunda, çocukları arkada taşıyacak bebek koltukları ya da önde bir gazete veya bakkaldan alınan bir kaç parça eşya konulabilecek kadar ufak sepetleri olan bisikletler kullanıyorlar.
Çocukları ya da marketten aldıkları eşyaları rahat taşımak için arkasında büyük bir taşıma sepeti olan üç tekerlekli birkaç bisiklet gördüysek de sayıları pek de fazla değildi.
Bir yandan İklim’in arabasının köşelerinden soğuk hava girmesin diye polar battaniyesini üstüne örtüp kenarlardan sıkıştırmaya çalışırken, bir yandan da bize zil çalmasın diye mini etekten biraz uzun bir eteği ile üzerinde kısa bir tişörtü olduğundan göbek deliği gözükecek şekilde sıyrılmış, sırtında ince ama önü açık bir kot mont bulunan bir kadın bisikletçiden sıyrılmaya çalışıyoruz.
Diğer bisikletli, herhalde erkek olduğu için, havaya göre daha uygun kıyafetler giymiş bir halde.
Kadının bisikletinin arkasında boş bir çocuk koltuğu olmasına rağmen, herhalde o koltuk daha ileri yaştaki diğer çocuğuna ait ki, bizce iki yaşını geçmemiş yuvarlak yüzlü, mavi gözlü, yakası bağrı açık, suratı kızarmış, burnundan sümükleri sarkan küçük çocuğunu bisikletin ön sepetine sanki kendi göğsüne rüzgâr karşı siper etsin diye oturtmuş yanında gelen adam ile sohbet ediyor.
Her ikisi de yanımızdan hızlıca geçip gittiklerinde, Esra, İklim’in kapüşonunu bağlamayı bir andan bırakıp, birlikte kadına ve saçları kafasında bir şapka olmadığı için uçuşan ama düşmesin diye emniyet kemeri bağlanmış çocuğa bakakalıyoruz.
O bisiklette ki de kız çocuğuydu bizimki de. O bisikleti süren bayan da bir anneydi, Esra’da…
Dönünce sorduk Dilek’e “Bu çocuklar hasta olmuyor mu diye, “ Sadece bir defa oluyorlar sonra alışıyorlar.” demişti.
Bir yerde okumuştum, ”Üşümek ya da üşümemek psikolojik bir alışkanlıktır.” diye. Daha sonraki günlerde bu sahneyi ya da yarı çıplak gezinen çocukları o kadar çok gördük ki. Şimdi, artık buna daha çok inanıyordum…
Biz, yine de biz olduğumuzdan, gerekli tedbiri elden bırakmadan bu serin havadan korunarak, kanalların kenarından yürüyüp Bloemenmarktta ki açık hava çiçek pazarına geliyoruz.
Esas çiçek zamanı Mayıs ayı olsa da her an rengârenk açmış çiçekleri ve onlarca çeşit lale soğanlarını ve Hollanda’yı en iyi temsil eden içine birkaç tane lale soğanı konmuş tahta ayakkabısı Sabolardan hediyelik almadan edemiyoruz.
Lale soğanlarının bizden gittiğine ait o kadar çok hikâye dinlemiş olmama rağmen, ülkemdeki kurak ve sıcak havada pek de çiçek yetişmeyeceğine olan inancım, buraların iklimini gördüğümde daha da artmaya başlıyor.
Bir yaşam, ancak yaşayabileceği rahat bir ortam bulduğunda hayatını ve soyunu coşarak devam ettirebildiğini buralarda yağan yağmuru ve ortamın nemliliğini sayesinde her taraftan fışkıran laleleri gördüğüm de daha iyi anlayabiliyorum.
Her gün biraz daha kuraklaşan Anadolu coğrafyasında, bu çiçekler olsa olsa sadece birkaç saksıda ya da Lale Devri özentilerinin tankerle su taşıdıkları sokaklarda biraz da birkaç zenginin bahçelerinde var olabilirlerdi.
Belki de bu yüzden Osmanlı, önce bireyin kendi içinde yeşermesi gereken özgürlük ve egemenlik duygularını Lale Devri zamanında Fransız Devriminden etkilenerek ithal ettiğinden, imparatorluğun yükselişe geçtiğini zannettiği bir zamanda, özenti yaşantıların hiçbir zaman sürekli olamayacağını anlamadığından hızlıca batmıştı.
Bir o sokak bir bu sokak diyerek önce Muntplein Meydanına, aradan Leidseplein caddesi üzerinden Vondelparkına kadar yürüyoruz.
Parkın içinde yaptığımız uzun bir yürüyüş sonrası çıkarken kapının önüne park etmiş bir limuzin yolumuzu kesiyor.
Başına sardığı turuncu tülbendi, siyah bir ceket içine giydiği beyaz çember yaka gömleği ile sakallarına aklar düşmüş bir Hintli Sih şoför arabanın arka kapısını açmış ayakta duruyor.
Aldırmadan üzerine doğru yürüyüp arabanın kenarından geçip gidecektik ki, “Buyurun” dedi yarım bir reverans yaparak.
“Yok canım!” der gibi bir arkama bir de sağıma bir de soluma bakındım.
Çevremde Esra ve İklim’den başkası ile karşılaşmayınca adama dönüp “Biz mi?” diyecektim ki, ben bir şey demeden başını sallamaya başladı.
Taksici de olsa bir Limousin güvenip güvenmeyeceğimizi bilemeden adama bakarken üzerinden “Daniel Diamond sizleri ağırlamaktan mutluluk duyar” başlıklı bir broşürü elimize tutuşturuveriyor.
Broşürü şöyle bir evirip çevirip “Eh hadi gidip bir bakalım.” diyoruz Esra ile...
Limousin Muntplein’den geçip Potterstraat sokağında etrafı iki metre yüksekliğinde dikenli tellerle çevrili geniş bir otoparkı olan bir bahçeye giriyor.
Benzer bir kaç limuzinin yanına park ederken elimizdeki broşürdeki aynı bilgilerin yer aldığı büyükçe bir giriş panosunu önüne duruyoruz.
Broşürdeki başlığın altında, bir dere kenarında avuçları içinde birkaç elmas tutan bir maymun ile ilerisinde bir kayanın arkasında yarıya kadar saklanabilmiş kömür gibi parlak, zeytin gibi zarif gözlü bir ceylan maymunu gözlüyor.
Arabadan Vendelparkta ki Hollandalılar gibi acele etmeden iniyoruz.
“Buradan buyurun” diye ilerideki bir kapıya yönlendirdi adının “Jamel” olduğunu sonradan öğrendiğimiz şoförümüz.
Dar ama hiç de güvenlikli olduğunu söyleyemeyeceğim eski tahta bir kapıyı iteleyerek içeri giriyoruz. Yerdeki paspas üzerinde de, broşürde olduğu gibi, bir maymun aynı şekilde avuçları içinde elmaslarla duruyor.
Ceylan yoktu bu sefer. Paspasın üzerine basıp geçiyoruz.
Birkaç adım sonra sağlı sollu kurşungeçirmez camla ayrılmış bir koridorda ilerlemeye başlamıştık ki, camekânların arkasında yürüyen ve bir şeylere bakan kalabalığı görünce yalnız olmadığımız anlıyoruz.
Kırmızı kravatlı, lacivert takım elbiseli sık saçlı, orta yaşlı kumral bir beyefendi ortasında ufak bir pencere olan ve gene kurşungeçirmez olduğunu tahmin ettiğim, kasa kapısı gibi kalınlığı en az on cm’lik dökme demir kapıyı kendine doğru yavaşça açarak bizi içeri davet ediyor.
Yürüyeceğimiz yollar daha önceden belirlenmiş, attığımız her adımın bir dizi kamera ile izleniyormuş olduğunu hissederek, ortada büyük bir masa olan geniş bir hole giriyoruz.
Duvarlarda, National Geografic dergilerinde görmeye alıştığımız Afrika sahralarının ve oradaki bitki örtüsünü gösteren akşam güneş batımında çekilmiş fotoğraflar var.
Ortadaki masa bir saatin aralıkları gibi bölümlere ayrılmış ve her birinde farklı renkte ve özelikte mineral cevherlerinden numuneler konmuş.
Mineraloji dersini okuyalı yirmi sene olduğundan, sadece kuvars ve pirit cevherlerini tanıyabiliyorum.
Hatırlayamadıklarımı, her bir bölümün alt köşesinde bakır plakalara işlenmiş isimliklerden okuyorum.
Saat yönünde turumuzu tamamlayacakken, son iki bölümde kömür tozları üzerine konmuş birkaç elmas ile karşılaşınca içim daha önceden hissetmediğim bir duygu ile kaplanıyor.
Kömür ve elmas üst üste, yan yana, aynı anda…
Bizler saat yönünde dönerken biraz önceki adamın giydiği elbisenin kumaşından dikilmiş, döpiyesli üç bayan da bizim tersimiz yönünde dönüyor.
Bir yandan bizleri gözetlerken bir yandan da kendilerinden emin görünmek istercesine bizlere gergin gergin gülümsüyorlar.
Bu davranışı bilerek mi yapıyorlar ve bizi bir endişe içine isteyerek mi sokuyorlardı, yoksa hakikaten etraftaki cevherlerin değerleri tahmin ettiğimden fazla mıydı o anda pek anlayamıyorum.
Dairesel yürüyüşümüz ardından sol tarafta aynı kalın camlarla kaplı bir oda içinde elmas ustaları kendilerine zimmetlenmiş birkaç elması ince ince kesiyorlar.
Anlatılarına göre miligramla tartılarak kendilerine zimmetlenen elmasları gene miligramla tozlarını dahi geri alarak zimmetten çıkarıyorlarmış.
Elmaslar Afrika'dan ama ustaların arasında hiç Afrikalı yok, hepsi Hollandalı gibi sarışın...
Birden Afrika elmas madenlerinde çekilen fotoğraflar geldi gözümün önüne. Üç paradan bile daha azına, boğaz tokluğunun bile altında bir değere, yerin metrelerce altında günlerce aç-susuz bir gram elmas bulmak için çalışan Afrikalıların yaşam anları gözümün önünden geçip gidiyorlar.
İçeride altı çiftiz.
Birden daha dar bir lobiye geçtiğimizde sağlı sollu odaların kapıları birden açılıveriyor ve her bir çift ayrı bir odaya, ikisi bayan bir erkek görevli tarafından davet ediliyor.
Şoförümüz Jamel’den ayrıldığımızdan bu yana Esra ile daha birimizle bile konuşmamıştık.
Odaya doğru girerken görevli bayanlardan bir tanesi eli ile odanın dört köşesine yerleştirilmiş kameraları göstererek izlendiğimizi ve kayda alındığımızı hatırlatıyor.
Arkamızdan kapının yavaşça kapatılmasının ardından kilitlenmesini duymam ile önümüzdeki duvar, bir kapı gibi öne doğru açılmaya başlıyor.
Kapı ardından çıkan demir parmaklık yavaş yavaş yukarı kalktığında genişliği yarım metre civarında beş adet çekmece ile karşı karşıya kalıyoruz.
Görevli kadınlardan bir tanesi oda içinde bizi oturttuğu masa önünde, elmasın nasıl oluştuğunu ve oluşurken geçirdiği evreleri, milyon yılları, elindeki kitapçıktan resimler göstererek anlatmaya başlıyor.
Diğer adam ile kadın üst çekmecelerden bir tanesini kenarlarından tutarak kendilerine doğru çekip büyük bir dikkatle ve yavaş yavaş yanımıza getirmeye başlıyorlar.
Dikkatim dağılmış, bayanın anlattığı elmasın kalite seviyelerini belirleyen karat dersini kaçırmıştım.
Sanki her şey zamana göre planlanmış gibi kadın konuşmasını bitirdiğinde, kırmızı bir çuhanın üzerinde 40 - 50 adet elmas olan çekmece, bizim ile elmas tanımlarını anlatan görevli arasına konuldu.
Şu anda hepsine sadece yarım metre uzaklıktayım...
Hala tek kelime etmeden etrafımdaki sahneyi anlamaya çalışırken, kadın eline aldığı bir elmasa el mikroskobu ile bakıp “beş karat” diyerek bize uzattı.
Hayatımda ilk defa saf bir elmas elime değiyor.
Biraz çekinerek alıyorum. Aynı anda el mikroskobunu da uzatıp elmas içindeki lekeyi görüp göremediğimi sordu. “Gördüm” dedim, mikroskopu gözümden uzaklaştırırken.
 “İşte” dedi… “Bu leke yüzünden bu elmas 1.000 $...”
Daha büyük ama daha az parlak olduğunu sonradan baktığımda anladığım bir başkasına ise, “Büyük ama tam oluşamamış. 500 $ anca eder” deyip bakmam için tekrar bana uzattı
Bir başkasına bakıp bakalım bundaki hatayı anlayacak mısınız dediğinde yıllar önceki Mineraloji vizesinde hissettim kendimi.
Bakındım ama göremedim… Hatayı göremediğimi anladığında, “Evet yok bir hata. Temiz, ufak ama çok iyi bir kesim. 3.000 € eder.” Dedi.
Kaşıkçı elması mı gelecek sırada derken çekmeceden bir avuç elmas aldı ve avucumu uzatmamı istedi.
“Yok daha neler!” diyemeden, avucuma döküp elinde binlerce $’lık mal varlığı tutan bir adamın suratına yansımış etkisini ve buna bağlı olarak da kredi kartımın kullanım seviyesini çözmek istercesine bana bakındı.
Avucumun içinden bir tanesi yere düşecek de, kaybolacak ve bende onun parasını ödemek zorunda kalacağım diye kımıldamadan elmaslara bakınırken kadın görevli kredi kartımın seviyesi anladığından “İsterseniz alayım” dedi.
Dikkatlice geri alıp sayarak çekmece üzerlerindeki yerlerine koymaya başladığında o ana kadar anlamadığı ama her birinin standart yerleri olduğundan rahatlıkla koyduğu elmaslar ile aramda bir bağ oluşmaya başladı.
Benden uzaklaştıklarına üzülmeye başlıyorum.
Hiç birisinin de eksik olmadığını gördüğünde diğer iki arkadaşına önümüzdeki çekmeceyi kaldırması için başı ile işaret ediyor.
Giden çekmece yerine ikinci kattaki bir başkası gediğinde çok daha büyüklerinin olduğu ve her biri üzerinde garanti etiketi olanları karşımıza seriveriyorlar.
Ancak ortama alıştık, kendimizi milyoner gibi hissediyoruz. Artık o da, biz de daha rahatız.
Kendi önüne yakın olan büyük bir tane elması alıp bana parmaklarının ucunda nazikçe tutarak uzattı ve
-  80.000 $ civarındadır Beyefendi, dedi.
Sustu. Sonra mimiklerimden düşündüklerimi çıkartmak ister gibi tekrar suratıma bakarak “Ama merak etmeyin, bizde 100$’ kadar olan ürünlerimiz de var” dediğine birkaç yıllık maaşımın üzerindeki bir elması elimde tutarken ben de kendimin neye benzediğimi çok merak ediyordum.
Birden o ana kadar ki tüm sihirli atmosfer dağılmış yerine kıymetli bir ürünü, gizemli bir şekilde nasıl satılabileceğini gösteren satış sahnesinin sonuna gelindiğini anlamıştım.
Artık tek gerçek vardı. Elimde tuttuğum 80.000$’lık ile 100$’lıklar arasından bir elmasa sahip olmaya mecbur bırakılacak ve o elmasın benden başka kimsede olmadığının gerçeğinde eğer satınalırsam şeffaf, renksiz bir servet ile hayatıma devam edecektim.
Zor oldu elmaslardan ve o değerdeki taşlardan uzaklaşmam.
Bu hayatta böylesini elimde tutmanın verdiği hazzını, birkaç saniyeliğine elmaslara sahip olarak “olmak” ya da sahip olmadan “olmak” arasındaki farkı hissederek, bir şey almadan Daniel Diamond’un fabrikasından çıkıyoruz.
Almadım. Almadık…
Galiba... Belki de, param olmadığı için alamadım. Yolda bir ara düşündüm. Çok daha fazla param olsaydı o anın büyüsünde alır mıydım diye.
Eğer bir gün daha fazla finans kaynağını bulduğumda zaten oralara gider, kendim oralardan alır hiç olmazsa parasını oradakine veririm diye hayal kuruyorum.
Derler ki; Hollandalılar sömürgecilikten kalma mirasları yemeğe devam ettikleri için hala rahat ve acele etmeden yaşıyorlar.
Bilmiyorduk, ama öğrendik.

Eve dönerken pek de derine girmeden bu konuda birkaç laf ettik Esra ile birbirimize.
Gece, yemek sonrası Amsterdam ve çevresinde denize de girilebilinen sahil kasabası Haarlem, peynirler pazarı ile ünlenmiş Alkmaar, yel değirmenlerinin bulunduğu The Zaanse Schans, Hollanda'nın minyatürleştirilmiş hali Madurodam, turistikleşmiş ufak bir balıkçı kasabası Valendam ve minikler için bir su cenneti Holland Dolinarium’a nasıl gideceğimizin planlarını gerek elimizdeki kitaplardan gerek ise internetten aldığımız bilgilerle yapıyoruz.
Çok geçmeden başka bir kültürde, başka bir evde kendi evimizin rahatlığında hep birlikte gene televizyon karşısında uyuya kalmıştık.

Ağustos 2007