Paris

Ersavaştı'lar Paris'te...
Ara sıra, acaba yaşlanıyor muyum, diye düşünüyorum.
Tecrübelerimi birilerine aktarma arzusu, içimde kapanmaz bir yaraya dönüşmek üzere.
Yıllardır tek başıma yaptığım gezilerimden edindiğim öğretilere yeni tecrübeler eklerken artık yalnız olmak istemiyor, birileri ile paylaşarak yaşama arzusundayım.
Havaalanlarında valizini çeken bastıbacak çocukları, bebeğini sırtlamış babaları, her hangi bir sokağın bankı üzerinde çocuğunun bezini değiştiren anneleri görüp, o insanlara imrenmek ve kendime hayıflanmak yerine ben de çocuğumla başkaları tarafından şekillendirilmemiş tatiller yaşamak istiyorum.
İyi ki yılların yolculuk birikimlerini beynime, iş adına yaptığım yolculuklardaki uçuşların millerini de bedavadan birer bilet alabileceğim Frequence Plus kartına yüklemişim.
Esra’yı zor ikna ettimse de, on aylık İklim’in daha yürümüyor olmasının bizlere avantaj sağlayacağını kabul ettirerek Air France’dan üç uçak bileti ayırtmıştım.
Bizim ufaklık daha uçağı tanımıyordu. Doktorunun tavsiyesi üzerine, kulakları kalkışta etkilenmesin diye hazırladığımız süt biberonunu İklim’e içirerek havalanıyoruz.
Esra da benim gibi biraz delilik mi ediyoruz diye içinden geçirdiğini hissediyorum. Uçakta her milletten farklı lisanlar konuşan, farklı ırklardaki insanlarla bir aradayız.
Çocukları ile yolculuk yapmaya alışık diğer anne babalar, kendi çocuklarının sakinliğini doğal kabul etseler de, ben ve Esra çocuk dolu bir uçağın sessizliğine şaşırmış bir halde elimizdeki kitap ya da gazeteleri okuyarak uçuyoruz.
İklim ise kalkışta uçağın motorlarından çıkan ses bombardımanına hiç etkilenmeden yan koltuktaki kendi yaşıtı ile agucuk dilinde bir şeyler paylaşmaya başlıyor.
Bu yolculukta hepimizin öğreneceği çok şey olduğunu hissederek Esra ile bir birimize bakıp gülümsüyoruz.
Sakin bir yolculuk ile Paris hava sahasına girdiğimizde çoğu zaman olduğu gibi, yağmurlu olacağını tahmin ettiğim Charles de Gaule Havaalanının üstünden tek bir bulut bile yok.
Böyle havayı Paris’de bulmak zor.
Şu ana kadar hayaldi ama bu havayı görünce, Seine Nehri kıyısına kurulan plajda bile güneşlenebileceğimizi umarak, uçaktan çıkıp eşyalarımızı alıyoruz.
Bence her gezi bir toplu taşıma aracında ile başlamalı ve bir toplumun yaşantılarının izlenebildiği yerlerde geçmeli.
Ellerimizde, İklim kendisi taşıyamayacağından içinde yarısı bebek bezleri ile dolu olan tekerlekli bir valizin yanı sıra bizler de sırtlarımızda birer çanta ile hem valizi hem de bebek arabasını yürüyen yollarda ya da merdivenlerin kenarlarında ki engelli asansörlerini kullanarak zorlanmadan metro istasyonuna geliyoruz.
RER hattında bindiğimiz tren şimdilik bir yer üstünde gidiyor. Vagonun geniş penceresinden, duvarları kalker taşlardan yapılmış, ufak bahçeli iki katlı, dik çatılı Paris banliyösünün evleri göze çarpıyor.
Tren bir çeyrek dakika sonra yer altına giriyor. Kendimi bir solucanın sırtında geziniyormuşum gibi hissetmeye başlıyorum.
Paris metrosu, ilk defa 1900 yılında açılmış. Bugün on beş hat üzerinde üç yüz yetmiş istasyon ile devasa bir örümcek ağı şeklinde şehrin altını kaplamış vaziyette.
Önceki gelişlerimden iyi bildiğim, istasyonlarında bir croissant ve bir kahve ile kendine gelmeye çalışan Parislilere, sokak sanatçıları bazen bir viyolonsel, bazen bir keman, bazen de bir akordeon ile eşlik ediyor.
On beş bin çalışanın yanı sıra altı milyon insanın inip bindiği bu karmaşık ağda gezerken, yer altına doğru uzamış beş katlı metro istasyonlarının büyüklüğüne hala şaşırıyor, müzeye dönüştürülmüş peronlarda hem Paris’in ruhunu hissediyor hem de hiç kaybolmadan bir yerden bir yere ulaşabilmenin keyfi yaşanabiliniyor.
Tren yer altına girdikten sonraki birkaç durakta her milletten insan ile hınca hınç doluyor.
Vagonda her dinden, her ırktan, her renkten yüzlerce insan var. Son yıllarda, özgürlük hareketinin merkezi olan Fransa’da tüm dünya insanlarına sadece insan oldukları için açılmış kapıların artık eskisi kadar rahat açılmadığını biliyorum.
Dünya her yerde değişmeye başladı. Eskiler stotükolarını korumaya çalışsalar da yeni nesiller kendi dünyalarını kendilerine göre yaratacaklar.
Metrodan, biri diğerinin altından, bir başkasının bir diğerinin yanından, yedi farklı gidiş-geliş hattın geçtiği Paris’in en büyük istasyonlarından biri olan Gar du Nord’da aktarma yaparak, uzak geçmişin kabare dünyasın merkezi Moulin Rouge’un, yakın geçmişin ise her cins ve ırktan erotik yaşamını sunan sex shoplarının bulunduğu, bugün istenildiğinde bu mekânlarda hem oyuncu hem de seyirci oluna bilinecek Pigalle’e bir durak kala, Sacre-Coeur kilisenin önündeki Anvers durağında iniyoruz.
Otele rahat bir giriş yaptıysak da özellikle çatı katında seçtiğim odamıza daracık asansör ile tek seferde üçümüz ve eşyalarımızla çıkamıyoruz.
Paris’in hemen hemen tüm otellerinin benzer dar odalarında olduğu gibi burayada sığmayacağını bildiğimden bebek arabasını resepsiyonun yanında bırakmıştım.
Esra kucağında İklim ile ahşap asansöre girdiğinde dış fer-forje kapıyı kapatır kapatmaz asansörün işlemeli camlı ahşap iç kapısı da gıcırdayarak ortaya doğru kapanmaya başlıyor.
Lalelerin yanı sıra birkaç gladyatörün de işlendiği buzlu camdan biz yukarı çıkarken merdivenlerinin ara boşluğundan bir ipin yanımızdan aşağıya indiğini görüyoruz.
Sanki bir inşaatın üst katına tahta bir palet üzerinde çıkartılan tuğlalar gibi birbirimize yapıştırılmış halde yukarı doğru çekiliyoruz.
Asansörün bana yakın duvarında yarı boy bir ayna olmasına rağmen aynaya yapışık durduğumdan benden başka benim gibi birisi de yan yana duruyor gibiyim. Kendi nefesimi aynada buğu yapması ile görüntünün benden başkası olmadığını anlıyınca rahatladım.
Kucağında İklim ile Esra, kırmızı çuhanın kaplandığı asansörün diğer tahta duvarına yapışmış bir halde biraz endişeli.
Katlardan birisinden geçerken asansörün rulmanlarından birisinin takırdamasıyla gözlerini kocaman açan Esra’ya dönüp onu sakinleştirmek istercesine “Merak etme daha önce de binmiştim... Gidip geliyor.” diyerek rahatlatmaya çalışıyorum.
Birden bir pot kırdığımı düşündüm. Hani daha önceden onun dışında buraya başkası ile de gelmişim gibi hissetmiş midir diye düşünürken suratım kızarıyor.
Sonra geçti bu hissim. Zira gelmiştim ama tek başıma.
Ninni gibi gıcırdaya gıcırdaya yukarı çıkan asansör ile aynı yavaşlıkta tekrar aşağı inip, valizleri alarak tekrar yukarı çıktığında, İklim’in bu uzun yolculuğa dayanamayıp uyumuş olduğunu görünce içim rahatladı.
İnternetten rezervasyon yaparken, odaya konacağını zannettiğim bebek yatağını zaten sığdıracakları yerleri olmadığı için hiç tenezzül bile etmediklerini, küçücük çatı katı odamıza girince anlıyorum. Tavan daki çatı penceresinden içeri vuran gün ışığı altında üçümüz aynı yatağa yatıp, birkaç çeyrek dakika dinleniyoruz.
Kendimize gelince karnımız acıktığını fark ediyoruz. İklim’in yemek işi kolay. Birkaç ölçek mamayı, biraz ılık suda karıştırdık mı tüm gerekli enerjiyi alabiliyordu. Ama bize bir çözüm bulmak gerektiğinden İklim’i maması ile doyurup kendimizi Paris sokaklarına atıyoruz.
Hostelin yanındaki fırından baston ekmeklere sokuşturulmuş sosislerden ilgimizi çekiyor.
Elimizde sosisliler ile hem yolda yürüyor hem de nereye gitsek diye sohbet ederken Anvers istasyonunda ki harita bizi karşılıyor. Paris’in hemen hemen her yerini, kendi iş gezilerimiz de ayrı ayrı geldiğimizden görmüştük
Ama ilk defa çocuğumuz ile geliyorduk.
Louvre ve çevresini bir gün sonrasına bırakıp, Eiffel’inde zaten merkezde olması nedeni nasıl olsa herhangi bir anda görürüz diyerek, İklim’in keyif alacağını düşündüğümüz Versaille Sarayı ve bahçelerine gitmeye karar veriyoruz.
Versaille Sarayında yaşandığı söylenen gay ilişkilerin yanı sıra, Apollon çeşmeleri etrafında ki aşk kaçamakları ile de meşhur. 14. Louis zamanında 17. yüzyıl başlarında tamamlanmış. Her bir köşesinden ihtişamın aktığı bu sarayda, Fransız devriminde vatan hainliği ile suçlanan Maria Antoinette’in giyotin ile idam edilmesine kadar her türlü dedikodu barınmış.
Bahçeleri, büyük frezeleri ile kare/kare budanmış ağaçlar, fıskiyeli havuzlar ve birkaç şato barındıran bu saray ve çevresi elli yılda tamamlanmış. Şehrin göbeğindeki Louvre Sarayı aktif kullanılırken, 13. Louis’nin şehir yaşantısının sıkıntılarından kurtulmak ve halkla fazla içli dışlı olmamak adına, av köşkü olarak uçsuz bucaksız yemyeşil orman içine yaptırdığı Versaille Sarayının etrafı bugün kalker taşlı evlerle kaplı.
Şimdi etrafı evlerle dolu olan sarayın bahçesi, ufka kadar yayılan ağaçları ile her ne kadar sonsuz bir görünüm sergilese de, eskilerde Versaille ve otuz km uzaklıktaki Louvre Saraylarının arası tamamen ormanlarla kaplıymış.
Bunu daha önceki gelişlerimde saray içindeki bir tuval gördüğümde çok şaşırmıştım. O gün, o resme, orman katliamlarının 17. yüzyılda Paris’te de yaşandığını hissederek bakmıştım.
Yaşam her yerde böyle benzer ve garip işte...
Etrafındaki müstahdem konutların ve saraya yakın olmak isteyen Aristokratların yaptırdığı kalker taşlı şato evlerin arasından, filmlere, şiirlere, şarkılara konu olmuş, havuzları çevreleyen çiçekleri ve özenle budanmış ağaçları bir arada görebileceğimiz, Fransız bahçelerinin en mükemmellerinden birine, Versaille Bahçelerine doğru ilerliyoruz
Az sonra yeşilliğin cabizesine daha fazla kapılıp yaşama renk katmak için İklim çimenler üzerinde emeklemeye başlıyor.
Bir tek bulut göremeden otuzlu dereceler altında ki sıcaklıkta dolaştığımızdan, birde sabahın yedisin de İstanbul’dan yola çıktığımızdan yorulmaya başlamıştık.
Hava alacakaranlıktan karanlığa dönmeye başlayınca, bir Paris’li gibi salına salına bir Cumartesi günü geçirmiş olmanın mutluluğu ile artık çocuklu bir aile olduğunuzdan Paris gecelerine akmak yerine hiç konuşmadan otele dönüyor ve uykuya dalıyoruz.
Ertesi sabah, güzel bir uyku çekmiş olmanın rahatlığı ile uyandığımda, tavandan yere kadar uzanan perdelerin kapladığı dökme demir tokmaklı ahşap pencereyi açıyorum.
On beş cm genişliğinde ki balkonun fer-forje korkuluklarından sarkan çiçekleri koklarken, en üst katta olduğumuzdan birçok Paris evinin dik çatıları üzerinden ufuk çizgisini görebiliyorum.
Uzaklara bakınırken, karşı balkondaki komşumuz ile göz göze gelince biraz utanarak, onun duyamayacağı kısık bir sesle ama başımı sallayarak gülümseyip “Bonjour” diyorum. O da bana gülümsüyor.
Her geldiğimde ne var bu Paris’te diye düşünürüm. Daracık otel odasında sıkış tepiş yatmak mı? Birkaç metrekarelik alandan içinde hem duş hem tuvalet hem de lavabo olan banyoda duş almak mı? Yoksa odada kendime gelemeyeceğimi anlayıp köşe başındaki kafeye gidip, aç karnına bir kahve ile sigara tüttürüp ardından bir croissant yemek mi?
Paris bana, hayatın köşeleri ve kısıtlamaları olmadan da basit yaşanılabilindiğini hissettirir.
Her ilaç her hastaya iyi gelmez diyenlere hak verircesine, ona olan sevgim belki de sadece hayal kuranların şehri olduğunu kabul etmemdir. Bir masal şehridir Paris. Sadece anı yaşadıkça yaşanıldığının hissedildiği bir şehirdir.
Ben karşı komşuma gülümseyip çatılara bakarken daldığım hayal âleminden ince, tiz bir ses ile irkilerek uyanıyorum.
İklim’in biyolojik saati iyi çalışıyordu. Hala Bursa’ya göre kalktığından buraya göre saat sekiz olsa da Bursa’da saat on olduğundan bizimki uyanmıştı.
Hızlıca giyinip, otelin altı masadan oluşan kahvaltı salonuna iniyoruz. Paris’te hangi otele giderseniz gidin, hiç değişmeyen aynı beşli, kahve-croissant-reçel-yağ-baston ekmek yiyerek, kahvaltımızı yapıyoruz.
Her aybaşında olduğu gibi, bugün ayın ilk pazarı olduğundan Louvre müzesi bedava...
Beleşçilerin olmadığı normal günlerde bile en az bir saat kuyruk beklenerek girilen müze girişinde, bu sıcakta binlerce beleş girmek isteyen ile nasıl bir kuyrukta bekleyeceğimizi düşünürken, Louvre’un altında kurulmuş metro istasyonunda iniyoruz.
İstasyon duvarlarına yerleştirilmiş sanat eserlerinin illüstrasyonları eşliğinde giriş kuyruğuna yaklaşırken, İklim’in arabası ile maç çıkışına denk gelmişiz gibi etrafımızda bulunan kalabalığı arabanın tekerlekleri ile ezmemek için uğraş veriyor, bir yandan da bu kadar çok insanın nasıl müze görmeye gelebildiğini anlamaya çalışıyoruz.
Kalabalık arasında ilerlerken bir müze görevlisi, daha müzeye onlu metreler öncesinden kuyruğu düzene sokmaya çalışıyor, kalabalığın bir kısmını sağdaki, bir kısmını da soldaki gişelere doğru yönlendiriyor. Bizi görünce birden yüzünde bir gülümseme belirdi. Ve eliyle direk giriş kapsını göstererek  “Allez tout droit…“ deyip bizi ana kapıya dosdoğru yönlendirdi.
Ne olduğunu hemen çaktım. Bebek arabası ve bebeklerin el üstünde tutulduğunu unutmuştum. İklim sayesinde görevlinin yaptığı davranışı, bir türlü patlamayan Avrupa nüfusu özendirmek için mi, yoksa her zamanki Fransız nazikliğinde çocuklu ailelere öncelik vermek için mi diye düşünerek müzeye hem beleş hem de hiç sıra beklemeden giriyoruz.
Bu müzeye daha öncelerden geldimse de zaten tüm eserleri algılayacak kadar hiçbir zaman kalamadığımdan, her gelişimde yeni bir şeyler bulabiliyordum.
Esra daha önceden gezmediği için, bir hafta-her gün gezilse bile tam olarak bitirilemeyecek Louvre müzesini yarım günden sadece en önemli salonlarını girip çıkıyoruz. Her birinden ayrılırken içeride gördüğümüz eserlerin yaratıcıların düş zengini bilinçlerinden birkaç fikri beynimize yerleştirmeye çalışıyoruz.
Gezimiz sonunda Da Vinci’nin kayıp Kutsal Kasesini arayacak halimiz kalmamıştı. Karnımızın acıkması ile bir de sıcağa daha fazla dayanamayarak kendimizi önce Louvre’un ortasında ki cam piramittin yanına kurulmuş su havuzunda serinletip sonra da Seine nehri kıyısına kurulmuş Paris plajına doğru atıyoruz.
Öğlenin kavurucu sıcağını, İklim yere serdiğimiz polar üzerinde uyuyarak, biz de sadece köşeden bira almak veya duvara asılmış su püskürtme çeşmeleri altında serinlemek için kalktığımız, Seine nehri kıyısındaki bir ağacın altında geçiriyoruz.
Ufaklı daha yürümüyor. Uyandığında emeklemek için seçtiği Arnavut kaldırımlı Seine sahillerinde, dizi acıdığından, yürümenin ilk adımlarını atmaya çalıştı ama pek başarılı olamıyor.
Şimdilik erken herhalde deyip biz de zorlamıyoruz.
Fransa’nın en merkezi kabul edilen, Paris’in ortasından geçen Seine nehri üzerindeki iki adanın en büyüğü olan Ile de la Cité üzerindeki görkemli köprüleri geçerek, Notre Dame kilisesine doğru yürürken şehrin içinde en ihtişamlı mahallesinin evleri gözlerimizi kamaştırıyor.
Galyalı Asterix ve Obelix’in gezindikleri bu adacıkta yürümek, şimdilerde birçoğunun devlet binası olduğunu bilsek de, gri çatılı, sarı kalker taşlı evleri seyretmek bir yere yetişmeden sokaklarda yürümek zevk verici.
Adanın sonundaki Saint Michel’e bakan Notre Dame’a geldiğimizde akşam saati yaklaşmış kilise kapanmış.
Bizde önündeki kalabalık ile hem kilise duvarlarına işlenmiş binlerce gotik motif ile çevrelenmiş rahip ve rahibelerin minyatür heykellerinin resimlerini çekiyor hem de kulaklarımda Notre Dame de Paris müzikalinin tınısı eşliğinde Quasimodo ile kilisenin çatı aralarından gezdiğimizi hayal ediyoruz.
Birden gizli koridorlarının dışa açıldığı renkli vitraylı pencerelerin birinde gözü yaşlı Quasimodo’yu görür gibi oldum. Sanki bir elini gözlerine güneş gelmesin diye siper etmiş, diğer eli ile taş bir pencere pervazına tutunup aşağı sarkarak kilise önündeki kalabalık içinde sevgilisi Esmeralda’yı arıyordu.
Acaba Esmeral’da bizim kız mı diye düşünmeden edemiyorum.
Oysa İklim, arabası içinde sıkıldığından, başlarım sizin Paris’inize dercesine avazı çıktığı kadar, sanki “Şimdi hiçbir şey anlamıyorum. Beni büyüyünce gene getirin buraya.” dercesine bağırmasıyla daldığımız hayal âleminden irkilerek uyanıyoruz.
Ona söz veriyorum tekrar getireceğime…
Nehir kıyısından, dünyaca ünlü Sorbonne üniversitesi ile içli dışlı olmuş Enstitue adı altındaki birçok araştırma binasının da bulunduğu Latin mahallesi, St. Michel’e doğru gelip, İklim’in kulağına fısıltıyorum.
“İklim bak burası da Sorbonne Üniversitesi. Fransızca öğrenirsen gelip burada bedava okuyabilirsin” deyip şimdiden gelecek günlere yatırıp yapmanın yolunu arıyorum
İçine girildiğinde günlerce çıkmak istemeyeceğimiz, dün yazılmış kısa hikâyeler ile beş yüz yıl önce yazılmış küf kokulu edebi kitapları bir arada bulabileceğimiz, üç beş katlı kütüphaneler arasından geçip ilerliyoruz.
Burası tam bir bilim ve ilim yuvası…
Büyük kitapçılara girmesek de, bazısında çocuk diğerinde büyükler için binlerce kitap bulunan Place de St. Michel meydanındaki sokak satıcılarının kitaplarına bakınıp belki ileri de okur diye İklim’e ikinci el Fransızca, tabiki resimli, bir çocuk kitabı almadan edemiyorum.
Dolaşırken gözümüzün yanı sıra ruhumuzu da doyurabildiğimiz kitapçılar arasından çıktığımızda, yorulduk.
Kaldırıma yayılmış iki kişilik ufak masaları olan, tipik bir Paris cafe’sinde sıkış tepiş oturup soluklanıyoruz.
Cadde üzerinde kaykay ile kayan, kaldırımlardan zıplayan patenli gençler, heyecanlı konuşmaları ve bağrışmaları ile gelip geçiyorlar.
Güneş ortadan kaybolmuş olsa da hava sıcaklığı ve bunaltısı hala etkisini koruyor.
Akşamüzeri Eifel ve çevresi daha ılıman olduğundan bunu bilen diğer yüzlerce turist ile sanki bir ayine gider gibi, demir yığınıma, Eiffel’e tapınmaya gidiyor. Biz de peşlerine takılıyoruz.
Acıkınca kâh çantamızdaki konserveleri, kâh sokak satıcılarından aldığımız patates kızartmaları ile karnımızı da doyururken etraftaki kalabalığa aldırmadan biraz da bizler çocukluk yapalım deyip, Eiffel ile özel ve komik fotoğraflar çektiriyoruz.
Hava kararınca başlayan ve her saat başı Eiffel üzerinde yapılan ışık gösterisinin ilkini Champs de Mars parkında çimleri dolduran binlerce kişi ile birlikte seyre daldık.
Hava akşam ona doğru kararıyordu. Gece olmadan dönelim deyip metroya giriyoruz. İklim ise arabasından hiç birşeye aldırmadan pofur pofur uyuyor.
Alacakaranlıkta girdiğimiz metroya, nasıl olsa hava kararmıştır, bu sefer ışıltılarını görelim diye ineceğimiz duraktan bir durak önce Pigalle istasyonunda iniyoruz.
Moulin Rouge ve benzeri kabare ya da erotik mağazaların kızıl, yeşil, mavi neon ışıkları her yeri aydınlatıyordu.
Kalın bordo ya da nefti yeşil perdelerin tamamıyla kapladığı pencerelerden kafayı içeri uzatmadıkça hiçbir hayat kadını ya da hayat erkeğinin dışarıda yürüyen ile ilgilenmediği, Clichy caddesi üzerinden yüzlerce turist ile birlikte gözümüz yarı çıplak revü kızlarının fotoğraflarına ve çeşitli dans gösterilerinin afişlerin bakarak otelimizin olduğu Anvers istasyonuna kadar yürüyoruz.
Esra bu loş ortamları bu kadar iyi biliyor olmamı biraz endişe ile karşıladı ise de artık beni tanımış olacak ki konuyu fazla abartmadan, Moulin Rouge’a ve Pigale’in birkaç özelliklerine ve bana takılma ile geçiştirdi.
Hedefimiz Anwers durağının hemen üzerindeki Place de Tertre meydanı ve Sacre Coeur kilisesinin merdivenleri.
Yüze yakın basamağı ile Paris’in tek tepesi üzerine kurulu; Avrupa’da Vatikandan sonra gördüğüm kubbeli ikinci kilise olan Sacre-Coeur kilisesinin merdivenleri her akşam olduğu gibi gene onlarca genç, orta yaşlı, yaşlı, çoluk çocuk ile dolmuş.
Kimi yanlarında çalan gitar ya da flüt eşliğinde dans ediyor, kimileri de ellerinde şarap ya da bira şişeleri ile mırıldanarak neşelerine dem vuruyor.
Kilisenin kapısının kapalı olmasına rağmen, gece ayininin başlaması ile dışarıya bir org sesi yayılor. Ayinine yetişmek için yanakları ve gözleri dışında her yerini koyu lacivert çarşaflarla örtmüş Katolik rahibeler, akşam piyasasına aç çıkmamak için aldıkları ekmeği ısırarak açlığını bastırıp, dalgın daldın Pigalle’e doğru inen fahişelere çarpmadan merdivenleri çıkmaya çalışıyor.
Her bir pencere arkasında, her bir sokak köşesinde yıllar boyu anlatılabilecek hikâyelerin yaşandığı, bir mahalle burası. Bir köşede, saçlarını arkadan atkuyruğu yapmış keman çalan meşrep ruhlu dilenciyi geride bırakarak, Place du Tertre meydanına doğru ilerliyoruz.
Son yıllarda yerleşmeye başlamış, nerede ise tüm Paris’i kaplamış Afrikalı, kel kafalı sokak işportacılarını atlatıp, karanlık kilise köşesine sarhoşluktan işeyen bir serseriye de çok yanaşmadan, yüzlerce turiste pandomim yapan sokak sanatçılarına ve 17. yüzyıl kıyafetleri ile meydanda dolaşıp fotoğraf çektirmek isteyenlerin koluna giren şapkalı Leydiler’e nihayet ulaşabiliyoruz.
Hani iğne atsan yere düşmez misali bir yer burası. Meydanı çevreleyen tüm lokantalar tıka basa dolu. Millet yemek yiyebilmek için ayakta sıra bekliyor. Ara sokaklara yayılmış hediyelik eşya dükkânları dahi hınca hınç dolu.
Geceyi, portrelerini tuvale yaptıran turistleri ve insanın bire bir siluetini kâğıdı keserek yapan sanatçıları seyrederek, ardında da kendini eğlendirmeyi, dilenmeye yeğ tutmuş bir kemancıya birkaç sent verip, iyi akşamlar diyerek tamamlıyoruz.
Paris’in son 300 yıldır devam eden sokak tiyatrosunun oyuncuları ile Place de Tertre Meydanı ve çevresinde gördüğümüz kalabalık seyirci topluluğuna artık bir anlam yakıştırabiliyoruz. Kilisenin sağındaki mezarlığı da işin içine kattığımızda, her türlü fikre ve zikre açık bu mahallede yaşayanların veya gelenlerin, kendi benliklerini yaşatabilmesi için ihtiyaç duydukları her şeyi aynı ortamda yan yana bulabiliyor.
Bir tek gözümüze bir doğumevi çarpmadı. Belki vardı da biz görmedik. Belki yaşam için bir yardımcı da gerekli değildi. Doğacak olan doğardı bir yerde, bir pencere arkasında. Hem de anlatacak bir sürü hikâyesi ile birlikte…
Teşekkür ettik buraya tekrar gelebildiğimiz için….
Gerek Esra, gerek ise ben, işimiz icabı bu şehre daha önceden de gelmiş, onlarca müzeyi, sokağı, barı, eğlence yerlerini, kiliselerini, yetmiş metre genişliğindeki lüks alışveriş merkezi Champs Elysée caddesini, içinden uçak ile geçilmiş Arc de Triomphe anıtını, binlerce iskeletin açıkta saklandığı yer altı mezarı olan Catacombe’ı, Seine nehri üzerinde Bateaux Mouche ile gezmeyi, içinden kamyon geçebilen kanalizasyonlarını, binlerce iş dünyasının insanını barındıran gökdelenler mahallesi La Defanse’ı, artık Türkçe ve Japonca tanıtım ilanları veren La Fayette mağazalarını, yıllarca gösterimi devam eden müzikalleri, çocukluk arkadaşlarımız Galyalılardan Asteriks’in eğlence dünyası ile Amerikalıların Vak-Vak amcasının Disnayland’ını görmüş, meşhur ya da hiç tanınmamış lokantalarında yemek yemiş, farklı uyruklardan birkaç arkadaş edinmiş olmanın, bu hayattaki şansımız olduğunu düşünmüştük.
Ancak esas şansımız şimdi çocuğumuzla buraya gelebilmek, onunla ortak bir an yaşayıp birlikte bir seyahat yapmak ve farklı anılar biriktirebilmekmiş.
Belki İklim şimdilik bunları anlamıyordu ama kesinlikle bilinçaltına yerleştiğine inanıyorduk…

Ağustos 2007